Sosyal hayat süreci içinde oluşagelen ve bir toplum ya da millete temel özelliklerini veren ve başka millet ya da toplumlarda bulunmayan maddi ve manevi değerler bütünü "Kültür" kavramıyla ifade edebilir ve bunun, geniş anlamı içinde "medeniyet" kavramıyla özdeşleştiğini görürüz. Toplum katmanları ait oldukları kültür çevresinden sorumlu olur. İçinde yaşadıkları tarihî dönemi etkileyebilir, yön verebilirler. Dünya siyasetine yön veren ve dikkatleri özellikle son yıllarda üzerinde toplayan yazarlardan biri, Yeni Dünya'da mücadelenin esas kaynağının kültür olacağını, milli devletlerin varlıklarını sürdürmeye devam edeceğini fakat global politikanın ve asıl mücadelelerin farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana geleceğini, yani medeniyetler arasındaki fay hatlarının "geleceğin muharebe hatlarını" teşkil edeceğini savunuyor. Bu görüşün bütün sosyal mevzularda olduğu gibi doğruluğu veyayanlışlığı tartışılabilir, yine doğruluğu veya yanlışlığı üzerine spekülasyonlar yapılabilir. Ancak doğruluk payının büyük olduğu, yaşadığımız dünyadaki müşahadelerimizdendir.
Medeniyetin kültürel bir varlık olduğunu kabul edersek köylerin, şehirlerin, bölgelerin, etnik grupların, dini grupların., hepsinin kültürel çeşitliliğin farklı seviyelerinde, ayrı alt kültürlere sahip olduklarını görürüz. Türk-İslâm medeniyetinin içinde böylesine alt kültürlerin varolduğunu kabul ediyor ve bu var oluşun bir çeşitlilik, bu çeşitliliğin de zenginlik olduğuna inanıyoruz. Türkiye'nin batısındaki bir köyün kültürü, doğusundakinden farklı olabilir, fakat her ikiside, onları Amerikan köylerinden farklı kılan müşterek Türk kültürünün mozayiği içerisinde kendilerine yer bulabileceklerdir. İşte bu müşterek kültür ve kendine yer buluş "Türk-İslam Medeniyetini teşkil ediyor. Türk-İslam medeniyeti bu suretle, insanımızın kendisini diğer inanç gruplarından ayırt etmesi yanında, onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik seviyesidir. Sivas'ta oturan bir kişi, kendini bir Sivaslı, bir Türk, bir müslüman, bir doğulu olarak tanımlayabilir. Esas olan mensup olduğu "Türk-İslam Medeniyeti"nin bir parçası, bir nüvesi olmasıdır.
Günümüz dünyasındaki mücadelenin bir inanç ve kültür mücadelesi olduğu gerçeğinden hareketle, Türk-İslam medeniyetinin bir alt kültürünü teşkil eden "Sultan Şehir"in ya da "Altıncı Şehir"in bu medeniyet içerisinde çok önemli bir yerinin olduğuna inanıyoruz. Sultan şehir, sanki bütün Anadolu'nun makus talihini ve tarihini temsil ediyor gibi; Kapitalizmin çocuğu olan "Sanayileşme" sürecini yakalayamamış, bu paralelde ekonomik geri kalmışlığının ve tarım toplumu olarak yaşamanın bedelini sürekli göç vererek, hep yerinde sayarak ödemiştir.
Sivas'ın dışında kemiyet ve keyfiyet bakımından birkaç Sivas'ın daha olması gerçeği, bizi Sivas'ın dışında yaşayan bir Sivaslı olarak dışarıdaki Sivaslı'ların, yukarıda belirtmeye çalıştığım Türk-İslam medeniyetinin zengin bir alt kültürü olan, Sivas kültürünü ne derece sürdürdükleri ya da bu kültürle ve Sivas'la bağlarının hangi noktada olduğunu araştırmaya itti. Bu noktadan hareketle, özellikle gecekondu bölgelerinde hayat mücadelesi veren hemşehrilerimizle yüzyüze görüşmek ve onlarla hemhal olmak üzere puslu, yağmurlu, soğuk bir Ankara akşa mında Mamak'ta oturan Sivaslı'lara misafir olduk. Sorular sorduk, muhabbet ettik ve sıcak insanların sıcacık ilgisi arasında, sıcak demli çaylarımızı yudumladık. Gittiğimiz bölge, yüksek rakımlı bir tepe üzerine kurulmuş, Mamak ilçe sınırları içerisinde Hürel Mahallesi diye bilinen bir yer. Evlere ulaşabilmemiz için en az 15-20 dakika (büyük ihtimalle tepe insanının kendi gayretiyle yapmış olduğu) yıkık dökük merdivenleri tırmanmamız icabetti. Bölgede ağırlıklı olarak Sivaslı'ların yaşadığını öğrenmiştik; Sivas'ın her yerinden aileler yaşıyormuş burada. Neden bu tepeyi seçmişlerdi? Acaba Sivas havasını mı soluyorlardı, yoksa rakım 1300 lerde mi seyrediyordu bu tepede? Belki de sığınacakları yer yoktu burdan başka, o yüzden kenarda ama yine de yüksekte kalmayı tercih etmişlerdi. Bu soruları sorarak tırmandım merdivenleri, yorulmuştuk. Fakat gördüğümüz sıcak ilgi ve içtiğimiz sıcak çaylar soğuttu terimizi. Gittiğimiz eve Sivas'tan misafirler gelmişti, onlarla konuşamadık, çünkü cenazeleri vardı. Hasta Sivas'tan derman bulmak için gelmişti ve yığılıp kalmıştı Ankara terminalinde, güpegündüz ve kimsesiz. Sahip çıkmıştı hemşehrileri. (Aslında Cenaze sahipleriysahipleriyle ev sahipleri, köylerinde pekte anlaşamıyorlarmış, hatta ara sıra aileler arası kavgalar bile çıkıyormuş!) Gördüğümüz dayanışma, yardımlaşma ve birliktelik gayreti sevindirdi bizi. Anlıyoruz ki, mahalledeki Sivaslı'lardan bir bölümü kendi aralarında bir "Fon" oluşturmuşlar ve bu tür olağanüstü durumlarda kullanılmak üzere saklı tutuyorlarmış; yaklaşık 250 milyon lira para birikmiş fonda. Bunu yaygınlaştırmayı, geliştirmeyi planlıyorlar. İlk mülakatımızı Doğan KOÇAK'la yapıyoruz. 1953 Kangal Mancılık Köyü doğumlu, beş kişilik bir aileye bakıyor, annesi yanında, babası vefat etmiş. Uç çocuğundan ikisi okuyor. Kaldıkları ev küçük bir gecekondu evi, barınak olarak yeterli görmesine rağmen daha güzel ve büyük bir ev özlemi taşıyor. Zaman-zaman gurbette hissediyor kendini genel "göç" sebepleri yüzünden gelmişler Ankara'ya. "Ankara'ya niçin geldiniz?" sorusuna annesi Meryem ana hemen cevap yapıştırıyor tabii haliyle, "Köyde iş yok, tarla yok, at yok, geçim yok ne yapabilirdik?" Sivas'la olan bağını hiç kesmemiş Doğan ağabey, akrabaları varmış. "Sivas'a gidiyor musunuz?" diye soruyoruz. "Yılda en az iki defa" diyor. Tepkisinden sanki bu gidişleri zorunlu bir vecibe olarak algıladığı intibaını ediniyoruz. Ankara'da bütün Sivaslı'larla diyalog kurma arzusu taşıyor, sivil kuruluşlardan, Sivaslı'lar arasında kaynaşmayı sağlayacak, Sivas'ın tanıtımını yapacak ve dışarıdaki yanlış ve olumsuz intibaını kıracak faaliyetlerin yapılmasını bekliyor. Doğan ağabey birgün Sivas'a tekrar dönmeyi ve orada ticarete atılmayı planlıyor.
İkinci mülakatımızı genç kuşağın ya da ikinci kuşağın temsilcisi sayılabilecek Şengül Hanım'la gerçekleştiriyoruz. Şengül hanım otuz yaşlarında, Üniversite mezunu, altı yaşındayken ailesiyle birlikte gelmişler Ankara'ya. Ailesi görevi gereği başka şehirlere gitmiş olmasına rağmen, Şengül işi icabı Ankara'da kalmış. Genç kuşağın temsilcisi sayılabilecek Şengül Hanım kendisini Sivaslı olarak tanımlamıyor. Fakat aileden gelme, Sivas, yoğunluklu bir kültür ortamı içinde yetiştiği için, "fazla yabancı sayılmam", diyor. Sivas'a hiç gitmemiş, orda akrabaları var. Birgün doğduğu yerleri gidip görmeyi, tanımayı çok arzuluyor. Şengül Hanım, Sivas'ın çok güçlü bir halk kültürü ve folklorik zenginliğe sahip olduğunun bilincinde ve bu yönde kurslar açılmasını ümit ediyor. Kendisiyle konuşurken Sivas doğumlu olmasına rağmen, Metropol Kültürünün etkilerini hemen görebiliyorsunuz; Sivas'a dışardan bir entellektüel edasıyla baktığını ve folklorik bir öge olarak algıladığını hemen hissediyorsunuz.
Bu yazı da zikretmeye değer bulduğumuz son mülakatımızı Turan AVŞAR'la yapıyoruz. Demetevler'de bir apartmanın bodrum katında, rutubetli, küçük bir evde ikamet ediyor. Sekiz ay önce ve kan davası yüzünden istemeyerek gelmiş köyünden. İki çocuğu var, çocuklar küçük olmalarına rağmen, hanımıyla birlikte çok cüz'i bir ücretle konfeksiyon atölyesinde çalışıyorlar. Kendisi iş bulamamış ve onun ızdırabmı yaşıyor. Çocuklarını okutamamak onu çok üzüyor Turan AVŞAR sefaletin doruğunda, burda kendini çok yabancı güvensiz ve boşlukta hissediyor. Sivas'a malum sebepten dolayı, gitmek istemiyor. Kendisine yardım edilmesini iş imkanının sağlanmasını istiyor. İstikbale dair hiçbirşey düşünemiyor ve meçhule doğru ümitsizce sürüklendiğine inanıyor. Turan AVŞAR görünümü itibariyle, tipik bir Sivas yiğidi yapılı, güçlü "iş olsa alim Allah her işip üstesinden gelirim abi." diyor, "çocuklar tam oyun çağında, okul çağında, hanım hamile, ben çaresizim..." bu sözler ona ait. Bir yalnızın canhıraş haykırışı gibi değil mi? İmkanı olsa hemen Sivas'a dönüp yeni baştan hayata atılmayı içinde bir uhde olarak saklıyor. Evet, şartlar gereği Sivas'tan büyük şehirlere göçenler içinde"kazananlar"da, "kaybedenlerde, "kan değiştirenler" de var. Ama bizim işimiz kaybedenlerle. Belki de kaybetmeye hep beraber devam edeceğiz. Kaybedenin kendisini unuttuğu yer de, ona kendini hatırlatmayı unutmayacağız; seveceğiz, sahip çıkacağız, yücelteceğiz. Kaybetmekten korkmayacağız; kaybetmeye razı da olmayacağız. Kutsal bir savaş vereceğiz, acılarımızı unutmamak için. Kaybedileni geri istemeyeceğiz; kalsın o gittiği yerde, elimizdekileri de vermeye hazırız. Hiçbir acıyı tek başına çekmeyeceğiz, bütün acıları coşkuyla kucaklayacağız ve hiçbir tebessümü, güzelliği birbiriyle kıyaslamayacağız. Kaybetmeyi göze alacağız; bir gülü kendisi olmadan koklamayı öğrenmek için. Evet, gülü yaprakları gözlerimiz önündeyken sevmek değil sadece işimiz, bizler gülü kendisi olmadan koklamayı da biliriz.