İçel, Türk Kültürünün özleştiği, Türk folklorunun özünü koruduğu ve mayalandığı bir ilimizdir. Anadolu, Toroslarm zirvesine ulaştı mı Akdeniz kıyılarına kadar gözalabildiğince uzanan kâh dağlık, ormanlık, kâh düzlük, yeşillik ufuklara İçel der. Mut, Anamur, Gülnar, Silifke, Tarsus, Erdemli ve bunların başını çeken, son yılların şehirlisi Mersin.
Mersin üzerinde pek durmayacağız. Mersinli oymağının gelip yerleştiği, dünün birkaç bin nüfuslu kasabasından bugün tüten bacaları ve yükselen gökdelenleri ile koca bir şehir meydana gelmişse, buna tarihin ve talihin mutlu bir cilvesi denir. Yine de Mersin’i (ha!) diyip yabana atamazsınız. 4 kilometre kuzey-batıdaki Soğuksu Vadisinde Yümüktepe, en azından beşbin yıllık bir kültürün izlerini taşır. 7 kilometre batıdaki Pompeipolis harabeleri, Roma çağında Mersin’i içine alan bu kesimin önemli iskân yerlerinden biri olduğunu gösterir. Mersinli Türkmen oymağı çadır kurup obalaşmış, bu oba bugünkü Mersin’in çekirdeği olmuştur.
Alpaslanın yiğit orduları Malazgirt zaferinden sonra, Anadolu içlerine akın lar düzenler, şehirler kasabalar fethederlerken, ardından Asya’nın Türkmen oymakları da, yeni bir vatan özlemi içinde, kol kol, bölük bölük Anadolu’ya yayılıyor, kendi adlarına obalar, köyler kuruyorlardı. Anadolu’da kökleşen ve büyüyen Selçuklu devleti, Asya’dan Anadolu’ya uzun bir zaman içinde, ama kesintisiz göç eden bu Oğuz boylarını genellikle sınırlara yerleştiriyor, kalabalık oymakları üçe dörde bölüyor, ayrı ayrı yerleşme bölgelerine göndiriyordu. İçel bu oymaklardan bol bol nasibini alan bölgelerden biriydi. Mut oymağından bir bölüğü Doğu Karadeniz’in güney kesimlerinde, bir bölüğü Hakkari yöresinde yer alırken bir bölükte Toros eteklerine, şimdiki Mut’a yerleştirilmişlerdi.
Mademki sözü Mut’tan açtık, bari devam edelim. Bugünkü Mut’un bulunduğu yerde (Klavdiapolis) adlı -küçük bir Biazns kasabası, kasabanın da sağlam bir kal’ası vardır. Oğuzların Salur ve Afşar boyundan olan Karamanlılar, Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubad I. tarafından, yeni fethedilen Ermenek’e uçbeyi olarak yerleştirilmişlerdi. Karamanoğlu Yakup Bey (Klavdiapolis) Kalfasını Bizans Tekfurundan alarak Mut oymağına yerleştirmişti. Bizim şehir adlarına çok meraklı Evliya Çelebi, Karamanoğullannın burayı fethederken çok şehit verdiğini, bu yüzden kal’aya (Dar’ül-mevt) yani (Ölüm kapısı-Ölüm yurdu) dendiğini, Mut adının da (Mevt) ten geldiğini Seyahatnamesine yazar.
Selçuklu devletinin çöküşünden sonra İçel Karamanoğullarının adeta meskeni olur. Bölge obasıyla köyüyle kasabasıyla Türkmenlerin elinde olduğu için, Karamanoğullarına bir dayanak, hatta başları sıkıştıkça bir sığmak olur. Karamanoğulları-Osmanlılar mücadelesi sırasında bunu daha iyi görüyoruz. Sonunda Osmanlılar, Fatih’in Karaman seferi ile iki de bir devletin başına gaile çıkaran bu bölgeyi kendi topraklarına katar ve Karaman beyliğine son verir.
Bunları neden söyledik, şunun için. İçel’in Mut’u, Anamur’u, Gülnar’ı, Silifkesi, Tarsus’u, Asya Türklüğünü, Türkmen kültürünü, gelenek ve göreneklerini ısrarla, inatla yaşayan ve yaşatan, katkısız ve katıksız-folklor zenginlikleriyle bugün maşan, çok ilginç çok önemli bir bölgemiz bir ilimiz de ondan...
İçel’in Mut’u sazlı-sözlü folkloruyla, destanları, efsaneleri, türküleriyle yılları yüzyılları yumak yumak dönmüştür. Şimdi bu .yumakları açılmak ister. Yediveren gülü gibi katmer katmer gözler önüne serilmek ister. Derler ki, Kozan’ın Farsak köyünden kalkarak omuzunda sazı Anadolu’yu dolaşan Karacaoğlan Ayşe, Fadime, Elif derken Mut’a gelir. Mut’ta Çukurköylü Karacakız’m zülfünün tellerine takılır kalır. Ben bu vuslatı olmayan hikayeyi burada tekrarlamak istemem. Ama bugün Mut’un az ötesinseki bir tepede Karacaoğlanın, öbür tepede mutsuz Karacakızın mezarından söz ediliyorsa, bu boşuna değildir. Karacaoğlan gibi bir ozan, İçel’e yakışır da ondan.
Sözü eğer ozanlardan, hele İçel’in adsız ozanlarından açacak olursak bizi kolay kolay susturamazsınız.
İşte yanı başımızda Silifke. Silifke’nin keklik sekişli, yürek yakışlı oyununun bir hikayesi vardır, anlatırlar.
Birgün Silifkenin yanı başındaki yürük obasına bir ozan gelir. Oba Beyinin çadırına konuk olur. Hoş-beşten sonra Bey :
— Ozanım diyorsun oğul... Bizde ozan dediğin sazına keklik kondurur. Gücün varsa çal sazını, kondur kekliği. Konduramazsan çek git bu obadan bir daha da ozanım deme...
Aşık alır sazı eline, yaslanır bir ardıç ağacının gövdesine... Hem çalar, hem de başlar keklik gibi ötmeye... Çevrede ne kadar keklik varsa toplanır başına, kimi sazına konar, kimi omuzuna... Bey bakar ki gerçek âşık, mal verir, davar verir. İçel’in keklik konduran ozanları, keklik sekişli kızları, kızanları omuzunda saz oba oba, köy köy gezenleri.
Ya şu Gülnar kasabasındaki Gülnar Hatun söylentisine ne dersiniz...
Yörük kızı Gülnar’ın gönlü, bir başka gönül... Uçan kuş, açan çiçek, meleyen kuzu, sabahlara kadar öten cırcır böcekleri, ne bileyim çadırın çevresinde ne varsa, Gülnar’ı ilgilendirmiyor... hele güle-oynaşa pınara giden, al-yeşil giysileriyle katmer katmer açılan kız arkadaşları çekilmez oluyordu. (Ne var bu kızda!) diye soruyordu konu komşu birbirine... Gülnar, günlük işlerini bitirdikten sonra, çadırın önünde, küfür küfür dağ yeli esen söğüt ağacına yaslanıyor, uzaklara, ta uzaklara bakıyordu.
Bir beklediği mî vardı? Hayır! Neye, nereye baktığını kendisi de bilmiyordu. Bakarken gözleri buğulanıyor, bakışları duman duman oluyor, bir hayal alemini yaşıyordu. Bu dünya onun dünyası mıydı? Yoksa başka bir dünya vardı da, Gülnar bu dünyanın mı özlemini çekiyordu? Buna kendisi de cevap veremiyor, gönlünde bir alevin tutuştuğunu, çoğu zaman bu alevie yandığını, bir bo- şalsa şu görünen çam ormanını yalap yalap yakacağını sanıyordu. Kimi (Kara sevdalara uğramış yavrucak. Bir sevdiği var, kimseye sır vermiyor) diyordu. Kimileri: (Pir elinden bade içmiş, kendine gelemiyor, bir gelse, bir boşansa güldür güldür akacak.) diye yorum yapıyorlardı. Gülnar, bu (Güldür güldür akacak, boşalacak...) sözünde, biraz gerçek payı buldu. Yüreğinde kaynayan birşey vardı, boşalıverse rahatlıyacaktı. Ama olmuyordu. Bir bağ var dilini düğümleyen... Çözemiyordu bu bağı bir türlü...
Obaya, ara-sıra ozanlar gelir giderdi. Eli sazlı ozanlar. Söyler, söyleşir, atışır, eğlendirirlerdi herkesi. Ne de güzel söyler, ak pınarlar gibi çağlardı ozanlar. Hani bir boşalsa, onlar gibi söyleyecekti Gülnar. Yüreğindeki bu coşkunluğu duyuyordu.
Günlerden birgün, gölgesinde çilesini doldurduğu söğüt ağacına yaslanmış, uzun uzun düşünürken, omuzunda sazıyla bir ozan çıkageldi. Obaya geldiği belliydi, az ötedeki pınarda kızlar, bakraçlarını dolduruyor, şakalaşıyorlardı. Ozanı görünce çevresinde toplandılar.
— Bize bir türkü söylesene, diyerek kimi sazını, kimi eteğini çekiyordu. Ozan Gülnar’ı görmüştü. Ona yaklaştı. Gülnar başını çevirmiş, kızların yılışık hallerine üzülmüştü. Ozan sazını çözdü. Gülnar’ın karşısına oturdu. Başladı söylemeye :
Ak söğüt altında bir güzel gördüm Aşkın ateşiyle yandırdı beni. Şu dağlarda yere konmaz kuş idim Tuttu kanadımdan kondurdu beni. Böyle olacağın hiç sanmaz idim, Türlü vaidlere aldanmaz idim Her söze billahi inanmaz idim Bir çift söz söyledi kandırdı beni
Ne sözü? Gülnar ağzını bile açmamıştı. Ozanın sözleriyle çileden çıkmıştı sanki. Bu küstaha bir cevap vermeli, onu susturmalıydı. Dilinin bağları çözülüvermişti sanki. Kendisi topladı. Başladı söylemeğe:
Yürekten yangınım yandırmadım ben Var git aşık var git o ben değilem Görmedim dünyada halimi bilen, Uçan kuş değilsin, kondurmadım ben. Bir ince yokuşta yolum var benim, Halimi söylemez dilim var benim. Ateşim görünmez külüm var benim. Kimseye sözüm yok kandırmadım ben.
Ozan şaşırmıştı. Yaptığı küstahlıktan özür diledi:
— Bağışla beni bacı. Ben seni sınamak istedim. Sen sandığımdan da fazla dolu içmişsin. Ben senin ayağının tozu bile olamam.
O günden sonra Gülnar, katmer katmer açıldı. Çalıp söylüyor, söyledikçe yüreği serinliyordu. İçel’deki Türkmen yaylasının en güçlü bir ozanı olmuştu.
Biz bu hikâyeyi Gülnar’a giren dönemecin az ötesindeki yaşlı bir söğütün gölgesinde yatan Gülnar Hatun’un mezarı başında bir Türkmen kocasından dinlediğimiz zaman aşağı pınar gürül gürül akıyordu.
— Sonra ne oldu Gülnar Hatun? diye sordum.
Türkmen kocası yerinden şöyle bir doğruldu. Uzanıp giden bayırlara dağlara baktı:
— İçel nice ozanlara mezar oldu. Kimler geldi, kimler geçti bu diyardan bilinmez. Gülnar Hatun, ak saçlı bir ana oluncaya kadar, sazı da, sözü de bırakmadı. Haktan geldi, Hakka gitti.
Gerçekten de Gülnar Hatun adında bir ozanımız var mıydı? Varsa şiirleri derlenmiş midir? Şimdilik bu konuda hiçbir ışığımız yok. Bildiklerimiz sadece söylentiler, çevrede anlatılanlar. Folklor derleyicilerimize büyük işler düşüyor. Sormak, soruşturmak, aramak araştırmak gerekiyor.
İçel'in Anamur’u üstüne bir çift söz etmeden nasıl geçersiniz. Eski Anamur, yani bir zamanların (Anamurlum) şehri, ta içerlerde. Hititlere kadar uzanan tarihi içinde Anamurlum, Roma devrinde Roma İmparatoru Kaligula tarafından M.S. 38 yılında merkezi Adıyaman’da bulunan Kommagene adlı Anadolu krallığına bağışlanmış. Eski Anamur şehrinin çevresini sağlam ve yüksek surlar çevirir. Bir zamanlar bu kal’a Akdeniz’in azılı korsanlarına sığınak olmuş. Korsanlar hâzinelerini burada sakladıkları gibi esir pazarlarını da burada kurmuşlar. Selçuklular devrinde Sultan Alaaddin Keykubad’m akıncı Komutanı Ertokuş, 1228 yılında Anamur kal’asını bir çığ gibi fethetmiş, en yüksek burcuna çift başlı doğan damgalı Selçuklu bayrağını dikmiş, sonra buralara Oğuz boylarını yerleştirerek sür’atle Türkleştirmişlerdir. Selçuklulardan sonra Karamanoğullarınm elinde yeniden imar görmüş ve adı (Mamuriye) olmuştur.
Eski Anamur’un yıkıntıları arasında önceleri şehre su getiren su kemerleri de vardır. Anamurlular bu kemerlere "Çoban Kemerleri" der, sonra da şu hikayeyi anlatırlar :
Bir zamanlar Anamur’un susuzluktan yana bağrı yanıkmış. Halk, sarnıçlarda topladığı yağmur suları ile susuzluğunu gidermeye çalışırmış. Birgün Anamur Bey’inden bir haber :
— Kim Anamur’un su derdine çare bulursa kızımı ona vereceğim.
Kızın güzelliğiyse dillere destan. Derken bir çoban karşı yamaçlardaki dağların eteğinde, gürül gürül boşuna akıp giden bir su kaynağı bulmuş. Başlamış kemerler yapıp suyu Anamur’a akıtmaya... Ama tek başına gücü yetmez. Hikayenin bundan sonrasında, diyeceksiniz ki, halk çobanın haline acır, tek başına bu işin altından kalkamıyacağını bilir, toplanır yardım ederler. Hayır, böyle olmamış. Kız bey kızı, üstelik çok ta güzel. Bir yürük çobana yakıştıramamış, onu kendi haline bırakıvermişler. Gel zaman git zaman Bey bir çobanın kızına kavuşabilmek için tek başına su kemerleri çattığını duymuş, çobanı da merak etmiş. Birgün kıyafet değiştirmiş, atlamış kır atma, gizlice çobanın çalıştığı bayırlara gelmiş. Ayy! Bir de ne görsün. Yağız benizli, çelik pazulu bir yiğit. Açmış bağrını rüzgâra, ha diyip taşlara sarılıyor, koparırcasına kaldırıyor, kemerleri örüyor.
— Kolay gelsin arkadaş!.
— Sağol hemşehrim, diye cevap vermiş delikanlı.
— Bu kemeri hayrına mı, seyrine mi yapıyorsun?.. Demiş, oğlan cevap vermiş :
— Ne hayrına, ne seyrine... Bey kızının uğruna.,
— Onu gördün mü ki böyle söylersin, demiş? Delikanlı şöyle bir (ah) çekmiş. Elindeki taşı bir kenara iterek başlamış söylemeye:
Bey kızı diyorlar gördüm bir zaman Gönlümü sevdaya yaydım bir kere Gözleri bir ahu, kaşları keman Yoluna başımı koydum bir kere Hayali gözümün önünden gitmez Yüreğim yanıyor dumanım tütmez Çaresiz derdime ilâç kâr etmez Bu kara sevdaya uydum bir kere...
Oğlan daha çok söyleyecekti ama Bey sözünü kesmiş :
— Sus, sus anladım artık. Senin sevdan Anamur’un susuzluğundan yeğin. Bu yürek yangınını bu pınarın suları da söndüremez. Atla atma gel sarayıma... Su kemerini de halkımız yapsın.
Kırk gün kırk gece düğün yapılırken, kemerler de yapılmış, Anamur’a su gelmiş.
Buradan Tarsus’a geçsek derim.
Tarsus’ta bir yığın folklor malzemesi.
Hangi birisinden söz edelim. Tarsus âdı üzerine söylenmiş, çoğu mitolojik unsurlarla dolu efsane ve hikayelerden mi? Büyük İskender’in Asya seferi sırasında Tarsus’ta konakladığı günlerden veya Mısır Kraliçesi Kleopatra ile Roma Kralı Antonius’un Tarsus’ta buluşarak tarihin anlata anlata bitiremediği renkli aşk gecelerinden mi? Havariun’dan Aziz Saint Paul’ün Tarsus’taki esrarlı kuyusundan mı? Hadi bunları bir kalemde geçtik. İslâmî bir efsanenin Tarsus’ta yıllar yılı yaşatıldığı (Ashab-ı Kehf), yani (Yedi Uyurlar) dan söz açsak ne dersiniz?
Peki ondan da vazgeçtik. Tarsus’un fethi ile ilgili bir Fetih Destanı var ki ben bunu her zaman her yerde, atalarımızın ilim ve irfana adalet ve hakkaniyete verdikleri önem olarak sık sık anlatmışımdır.
Anadolu Selçuklu Sultanı Süleymanşah 1082 yılında, uzun bir kuşatmadan sonra, Tarsus’u fetheder. Şehre girer girmez Trablusşam Sultanı İbni Ammar’a bir mektup yazarak, yeni fethettiği Tarsus şehri için, ondan bir kadı ile bir de hatip ister. Bir süre sonra, Tarsus’a gelen Kadı ile Hatibe şöyle der':
— Biz Din-i İslâm uğruna, bir cihad açtık, bu şehri fethettik. Bunu yeter bulmuyoruz. Sizin bu cihadı tamamlamanız, bu fethin hakkını vermemiz lazım. Şöyle ki, sen ey Kadı, en ince terazin ile adalet dağıtacak kimsenin hakkını kimseyi tecavüz ettirmeyeceksin. Sultan dâ olsa.. Sana gelince ey Hatip Efendi, İslâmın nuru ve irfanıyla gönülleri imânla süsleyecek, fethin kılıcıyla değil, Hak’kın hakikatiyla imânları yüreklere yerleştireceksin. Sizin görevleriniz, bizim fethimizden daha mübarektir. Haydi göreyim sizi.
İşte Viyana’ya kadar uzanan Türk fetihlerindeki esrar... Adalet ve imân...
İçel’in kanlı Divanesi’ne, Kız Kal’asına, Cennet-Cehennem obruklarına uzuncaburca kadar uzanan eski şehir kalıntılarının bitmez tükenmez hikayeleri ve efsanelerine bir göz atarsanız dünü bugüne bağlayan bir kültürün devamı içinde İslâmî inançların ördüğü folklar Kanaviçesinin ağırlığını daha da hissedersiniz. Yolumuzun üzerindeki Narlı Kuyu’da (Üç Güzeller Mozaiki) bulunduktan sonra, hemen ardından bu üç güzelle ilgili bir efsane yumağının örülüşü bunun bir örneğidir.