Yayımlar Üzerinde

Bu Derginin Diğer Makaleleri

Boratav,Pertev Naili ; "Yayımlar Üzerinde"; Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi - DTCF Dergisi ; 1943; Cilt: 2; Sayı: 5; Sayfa Aralığı: 169-172
Buradan İndirebilirsiniz:   



Edebiyat Bilgileri - Yazan: İsmail Nahih, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1943, 395 s., 200 kuruş.

On beş seneden fazla bir zamandan beri, edebiyat nazariyeleri ve tekniği hakkında toplu bilgi edinmek istiyenlerin başvuracakları biricik kitap, Ali Canip Yöntem'in "Edebiyat" adını taşıyan ve liselerin dördüncü sınıf programlarını göz önünde tutarak yazılmış kitabıydı. Bunun dışında, meselâ Ali Nihad Tarlan'ın "Edebi Sanatlara dair" küçük kitabı gibi eserler, bütün edebiyat meselelerinin tetkikini bir arada almıyarak muayyen konular etrafında kalıyorlardı.

Edebiyat nazariyelerini ve tekniğini öğreten kitapların bizde epiy eski bir geleneği vardır. Hattâ edebiyat tarihimizin mühim münakaşalarından biri, Recaizade Ekrem'in "Talim-i Edebiyat"ından çıkmamış mıdır? Bu eser, türk edebiyatında yenilik hareketlerinin gelişmesi tarihinde önemli bir yer alır.

Geçen yılın sonlarında ve bu yılın başında, Ali Canip Yöntem'in, yıllardır tek başına edebiyat bilgileri öğretim ihtiyacını karşılamaya çalışan kitabının karşısına iki eser birden çıktı: Birincisi Nihad Sami Banarlı'nın "Edebi Bilgiler"i, ikincisi de İsmail Habib'in "Edebiyat Bilgileri". Nihad Sami Banarlı'nın kitabı, tıpkı Ali Canib'inki gibi, lise öğretimini ve bu öğretim programını göz önünde tutarak yazılmış. İsmail Habib'in eseri, her ne kadar muharririn de söylediği gibi (s. 5, önsöz), öğretim tecrübelerine dayanıyorsa da, okul ihtiyaçlarını aşan bir plâna sahip bulunuyor.

Muharririn önsözde işaret ettiği ve Süleyman Nazif'le paylaştığı kanaat: Edebiyat nazariyatiyle edebiyat öğrenilemiyeceği hükmü bir hakikat ifade eder mi? Bu, edebiyat öğrenmekten kasdedilen mâraya bakar; eğer edebiyat öğrenmek, sanat yaratmasını öğrenmekse, elbette bu hüküm doğrudur; sanatkârlık sadece nazariyat işi değildir; onun bir çıraklık ve tecrübe devresi vardır. Fakat "edebiyat"tan edebiyat nazariyeleri kasdedilince mesele değişir; hiç şüphesiz edebiyat nazariyelerini öğrenmek için bunları okumak gerektir. Edebiyat nazariyeleri ise bize, sanat eserlerinin içine kolaylıkla girmeyi öğretecektir. Yalnız, bu öğretmede en iyi metod nedir? Acaba, Ali Canib'in, İsmail Habib'in, Recaizade'nin kitaplarında yapıldığı gibi, sanat eserlerini tarihi ve tabii muhitlerinden az çok çıkarıp bölerek, parçalıyarak anlamak, sanatkârın eserini yaratırken belki de hiç aklına getirmediği bir takım söz ve sanat oyunlarını, bunlar sanat eserinin dışında ayrı birer vâkıa olarak yaşıyormuş gibi tecrid ederek düşünmek mümkün ve doğru mudur? Edebiyatın bütün teknik ve nazari bilgilerini, doğrudan doğruya tarihi ve tabii muhitleri içinde görülmek şartiyle, sanat eserleri üzerinde öğrenmek daha doğru olmaz mı? Yoksa en doğrusu bu iki metodu meczetmek midir ? Bunlar, üzerinde ayrıca durulup münakaşa edilecek meselelerdir ; aynı zamanda liselerin müfredat programlarını da ilgilendirir; biliyoruz ki, liselerin dördüncü sınıfında okurlar, tarih sırası gözetilmeden, bütün edebi nevilere ve şekillere ve her çeşit edebiyat eserinde rastlanacak sanat ve mecaz oyunlarına dair bilgi edinirler, bu bilgilerin dayandığı örnekleri görürler ; daha sonraki sınıflarda ise edebiyat eserlerini tarih sırası içinde tetkik ederler.

 

*
* *

 

İsmail Habib'in kitabı beş büyük kısma bölünmüştür: 1. Aruz vezinleri, 2. Nazım şekilleri ve nevileri, 3. Halk edebiyatı ve hece vezinleri, 4. Nesirde edebi neviler, 5. Mecazlar ve edebi sanatlar. Muharririn önsözünde de söylediği gibi, bu fihristten de görülüyor ki beş kısımdan üçü, sahife sayısı bakımından ise kitabın 4te 3ü nazma ayrılmıştır; beşinci bölümde mecazlar ve edebi sanatlar tetkik edildiğine göre, eserin sahifelerinin 7 de biri nesre verilmiş bulunuyor. İsmail Habib önsözünde nazma niçin daha fazla yer verdiğini izah ediyor, diyor ki: "Klâsik divan edebiyatiyle halk edebiyatı yüzde doksan nazımdan ibarettir". Bu hüküm tamamiyle yanlıştır. Bir defa klâsik divan edebiyatında, her milletin edebiyatında olduğu gibi nesir kemiyet bakımından nazımdan fazla yer tutar; eski çağlarda ilim ve felsefe konularını işlemiş olan eserleri edebiyattan ayırmak mümkün değildir. Eski edebiyatların tarih, coğrafya, din, felsefe eserlerinin çoğunda edebi nesir örneği buluruz. Bunların dışında, münşeât, mensur hikâyeler, vilâyetnâmeler, menâkıbnâmeler, seyahatnâmeler, v. s. az mı yer tutar? Hele İsmail Habib'in kitabında sadece Tanzimat'tan önceki edebiyatın tetkik edilmediği düşünülecek olursa nesre bu kadar az yer verilmesinin izahı daha güç olur. İsmail Habib'in halk şairleri eserleriyle beraber mutalea edip "edebiyat" çerçevesi içine soktuğu halk edebiyatı-edebi folklor eserlerine gelince: burada da nesir nazma baka daha geniş bir yer tutar her iki çeşide giren atasözleri ve bilmeceleri bir tarafa bırakalım, türkü ve benzerleri manzum halk edebiyatı mahsullerine karşılık: masal, büyük halk hikâyeleri ve halk temaşa nevileri nesir nevini doldurur. kitabında tedvin ettiği, nesir kısımlarında ise sadece Muharririn, nazım kısımlarını malümat verdiği, bu bakımdan da bu kısımlara daha az yer ayırdığı hakkındaki kaydı da bizi tatmin edecek mahiyette değildir; bu iki tetkik kitabın metninden tarzı arasındaki farkı çıkaramadığımı itiraf ederim; benim gördüğüm, her iki halde de hakkında şimdiye kadar yapılmış çalışmaların netimuhtelif mevzular ve meseleler celeri verilmek istenmiş, bazı meseleler üzerinde de şahsi bazı hükümlere varılmıştır.

Fakat İsmail Habib'in, şimdiye kadar yapılan tetkiklerin hepsini görmemiş, gördüklerinden de lâyikiyle istifade etmemiş olduğu, bir çok hususlarda yanlış bilgiler vermesinden anlaşılıyor. Kendi tetkikleriyle vardığı neticelerin -her halde muharrir tedvinden bunu anlıyor- de bir çoğunda indi ve aceleci olduğu görülüyor.

Ben kitabın bütün bahisleri üzerinde duramıyacağım. Yalnız (s. 193-254) beşinci halk edebiyatı bahisler yeceğim.

 

*
* *

 

Halk edebiyatı mevzuu üzerinde bilgi vermeğe girişirken, muharrir, daha baştan yanlış bir hareket noktası almış, halk şairleri eserleriyle, anonim halk edebiyatı dediği - ki biz buna sadece halk edebiyatı diyoruz - edebi folklor eserlerini bir arada görmek hatasına düşmüştür. Avrupada ve memleketimizde son yıllarda bu mevzu üzerinde varılmış, âdeta klâsik bir mahiyet almış hükümlerden müellifin haberi olmadığı anlaşılıyor : Folklor eserlerini - türkü, darbımesel, masal... gibi - edebiyat eseri saymak doğru değildir. Bunlar asli bünyebir edebiyat doğrudan doğruya mevzuu olamaz.

Bu esaslı metod ve prensip yanlışını tesbit ettikten sonra, halk şairleri eserleri ve halk edebiyatı mahsulleri hakkında muharririn ileri sürdüğü mütalâalara geçebiliriz :

S, 193 te, divan şairleri arasında ilk koşma yazanın Nedim olduğu söyleniyor; bu hüküm doğru olmasa gerek... Zira Usuli ve Hüseyni gibi 16 ncı asır şairlerinin aruzla ve hece ile aynı derecede kuvvetle şiir yazdıklarını ve tezkerelere geçecek kadar klâsik şairler arasında yer aldıklarını biliyoruz. Daha eskiden, Yunus, Âşık Paşa aynı derecede aruzla ve hece ile yazmış şairlerdi. Bu hüsusta en doğru hüküm şu olur : 16 ncı asır ortalarına kadar hece geleneği gittikçe -zayıflamakla beraber, aruzla yazan şairler arasında heceyi kullananlara da rastlamak mümkün oluyor; bu tarihlerden ta Nedim'e gelinciye kadar vezni hükmü tabakaya halk şairlerinin s. 212 deki burada, yüksek hece vezni yalnız kalıyor. o Mubarririn çok gariptir; mensup olmakla beraber saz şairi eserleri "Heceyi ciddiyetle terennüm edenler... " deniyor. Hangi veren iki kişiden babsedilirken : divan şairleri gibi alay için değil, divan şairi alay olsun diye hece ile şiir yazmıştır?

S. 196 da, anonim halk edebiyatı için yapılan şu tarif: "Burada fert yok kitle var, bu edebiyatın menşei yok. Onun nazmı Orta Asyadan Türk halkiyle geldi. " , ibhamından beraber sıyrıldığı takdirde de büyük hatalarla dolu bir hüküm olarak "Halk edebiyatında kitle var" , hükmü, fert yek, bu edebiyatın ferdi menşei olmadığını ifade etse gerek, bu ise çok yanlış bir hükümdür. Pek alâ biliriz ki, kalıyor. folklor eserleri de bir ferdi menşe'e götürülebiliyor. "Onun nazmı Orta Asyadan Türk halkiyle beraber geldi" ne demek ? Nazım mefhumu sadece halk edebiyatına, yahut türk edebiyatına has bir şey değildir ki.. Muharair "nazım" kelimesiyle nazım çeşitlerini, şekillerini mi anlatmak istiyor? Muayyen bir tekniği olan türk hece veznini mi kasdediyor ? Böyle bir hüküm de dogmatik ve sathi olur. Biliyoruz ki, halk edebiyatının nazım nevi ve şekilleri içinde, çok eskilere çıkaramıyacaklarımız, daha yeni zamanların mahsulü olanlar da vardır.

S. 197 deki: "Genç Osman türküsü, Fuat Köprülü'nün, bunu, eski bir mecmuada Kul Mustafa adına yazılmış olarak bulması üzerine, anonim halk edebiyatından kalktı, ferdi halk edebiyatına mal oldu" cümlesinin, bir edebiyat kitabının halk edebiyatı meselelerine ayrılmış sahifelerinde yer alması insanı hayretlere düşürüyor. Bu misal, İsmail Habib'in, halk edebiyatı mahsullerinin menşeleri meselesini hiç anlamamış olduğunu çok veciz olarak gösteriyor. Kul Mustafa'nın bir şiirinde, Anadoluda, söylenmekte olan bir türkünün benzerini bulmak, bu türkünün menşeindeki şeklini bulmaktır. Bu buluş, halk içindeki Genç Osman türkülerinin vaziyetinde bir değişikliği neden zaruri kılsın? Genç Osman türküleri, folklorcular için de, halk için de yine "anonim halk edebiyatı" mahsulleri arasında kalmaktadır.

İsmail Habib'in aceleci ve indi hükümlerine başka örneklerde var. S. 197 ve 213 te, halk şairlerindeki divan tesirini, sadece Fuzuli'nin cazibesiyle izah etmesi gibi... Keza, 5. 217 de, Yeniçeri ve Cezayir ocaklarında yetişmiş saz şairlerinin lirik şiirleri de olabileceğini kabul etmemek, onlara yalnız hamasi şiirleri münasip görmek, Yeniçeri Ocaklarından başka ordu, Cezayir Ocaklarından başka donanma teşkilâtı düşünmemek, 6s. 212 de, halkın Ermeni âşıklarını Müslüman âşıklardan ayırmak için, birincilere aşuğ adını verdiğini ileri sürmek (hakikatte, "aşuğ" âşık kelimesinin bozulmuş şekli olup, Ermenilerin kendi âşıklarına verdikleri addır; bk. F. Köprülü, Türk edebiyatının Ermeni edebiyatı üzerindeki tesiratı; Edebiyat Fak. Mecm. yıl 2, sayı İ, s. 3,8.), yine aynı sahifede, koşma, destan, taşlama... gibi "neviler" i, nazım "şekilleri" diye kabul etmek... gibi, bir çoğu, kitabın yazılışı sırasında, acele ve dikkatsizlikten ileri gelmiş telif kusurları, bir kısmı da, bu mevzularda bugüne kadar yapılmış olan çalışmaların ve bunlarda varılmış olan neticelerin sıkı, ciddi bir tetkikten geçirilmemiş olmasından doğmuş bilgi noksanları, adım başında okuyucunun karşısına çıkıyor. Kitabın bazı yerlerinde, bazı halk edebiyatı eserlerinin ifade zenginlikleri ve sanat kıymetleri oOüzerinde gerçekten güzel ve yerinde estetik tahliller ve izahlara rastlıyoruz. 5.226 da, Yunus'un şiirlerinin bir çoğundaki nazım şeklinin, aruzla hecenin. icap ettirdiği şekillerin -beyit ile dörtlüğün- kaynaşmasından meydana geldiğini tesbit eden müşahede gibi çok dikkate değerler, yazık ki azdır, ve öteki indi ve sathi hükümler arasında kaybolup gidiyor. Edebiyat bilgileri üzerinde 400 sahifelik koca bir kitap eline geçirdiği için sevinip bununla amel etmeğe kalkacak, bu sahada eksiklerini bu kitaptan tamamlamak istiyecek kimseler için bu çeşitten acele hükümlerin zararlı tesirlerini düşünerek bunlardan en mühimleri üzerinde durmak ihtiyacını duyuyorum:

S. 198 de, halk şiirinin üç esaslı vasfından biri olarak gösterilen "kudsiyet ve erme" ile bir çeşit şiiri tarif etmek ilmi bir iş olur mu? Bu ne müphem ve mistik bir tariftir? Evet, bazı halk şairlerine, bazı zamanlarda halk bir kudsiyet, tabiat üstü bir kudret izafe eder. Fakat bu izahı bir ilim adamının kabul etmesi caiz midir? İlim adamı için, halk şairinin eseri de, her sanat eseri gibi sosyal bir vâkıadır, ve cemiyet çerçevesi içinde izah edilmek gerektir.

Aynı muharrir, biraz sonra, 8. 233 te, Türk milletinin sanat ve fikir hayatındaki bildirecektir; fakat burada yeni tenakuzlara ve ibhamlara dürealizm hayranlığını şecektir. Şu cümleleri beraber okuyalım: "Türk milleti hakikaten realisttir. Hayatın içinde... mistiklikten uzak... bir millet. Tarikatlere ve onlar içinde en fazla Bektaşiliğe rağbeti, toplu ve maşeri hayatı onlarda gördüğü içindi. Din ferdin ibadeti, tarikat kalabalığın ayini. Beride ibadetin mücerretliği, ötede hayattan kâm almanın realiteliği." fransızca "ralite" isminin sonuna bir "lik" getirmek suretiyle ikinci defa bir isim yapmak garipliği, her halde tertip hatasından gelmese gerek! Aynı "realitelik" kelimesi, s. 241 de de geçiyor. İbadeti ve ayini muşahhaslık ve mücerretlik, ferdîlik ve maşerilik bakımıdan ayırmak imkânını muharrir nasıl düşünmüştür, ben bir türlü anlayamadım. Bizim bildiğimize göre, hususiyle ortodoks İslâm akaidi ile İslâm tasavvuf sistemleri karşılaştırıldığı zaman, dinin katı muşahhaslığı ve realizmi yerine bu sonuncularda daha fazla mücerretlik, tatmin edici bir idealizm karakteri göze çarpar. Bektaşilikte bile, "hayattan kâm alma realitesi" (bu da ne dereceye kadar doğrudur?) nden çok, hayatı istihkar, nefsini zelil görme, tevekkül gibi, hayattan pek kâm almayı icap ettirmiyen prensiplerin yer aldığını biliriz. Burada Nasreddin Hoca’nın meşhur fıkrasını hatırlatmak isterim; Arş-ı âlâda seyran eden Derviş Şeyyad Hamza mı daha realisttir, onun yüzüne eşeğinin kuyruğunu dokundurarak onu yükseklerdeki rüyasından uyandırıp toprağa indiren Nasreddin Hoca mı ?

S. 234 te, divan edebiyatının, Türk milletinin cihangirlik karakterine uymadığına dair sözleri okuyanlar, -edebiyatta cihangirlik karakterine uygun şeyler aramak sevdasına şaşmasalar bile - kendi kendilerine soracaklardır: Osmanlı İmparatorluğunun uzun fütuhat devrinde gelişmiş bir edebiyatta o devirlerden hiç bir iz kalmamış mıdır? Bütün o devrin söz sanatına ait eserleri "âh ü vâh" tan mı ibarettir? Kasideler, iniltili şiirler midir? Tarih kitapları, seyahatnameler, fetihnameler, v. s. o devrin eserleri değil mi? Muharrir, Türk edebiyatını, âdeta, Bağdat’taki "külbe-i ahzanında" içli şiirler yazmakla ömrünü geçirmiş bir Fuzulı’nin eserlerinden ibaret sayıyor... Oysaki Fuzulî’nin bile nice "uğultulu" eserleri var. "Uğultu" sade sevinç sayhalarından, naralarından mı ibaret olmak gerektir?

İsmail Habib’in hükümlerindeki katılık ve kesinlik insanın derhal dikkatini çekiyor. Meselâ, s. 245 te, şairle Devlet’in münasebetini anlatırken diyor ki: "17 nci asırdan itibaren İmparatorluğun inhitatı zamanlarında, bütün derdin başı Devlet olduğu halde. Divan şairleri Devletten değil felekten şikâyet edebilirler. Halbuki halk şairinin pervası yok, doğrudan doğruya padişaha bile tariz eder." Kanaatimce, Divan şairleriyle halk şairlerini, sade bu bakımdan değil, başka birçok bakımlardan da, biribirlerindan büyük zihniyet ve sistem ayrılıklariyle ayrılmış görmek büyük hata olur. Pekâlâ biliriz ki, halk şairlerinin büyük bir kısmının zihniyetçe divan şairlerinden hiç bir farkı yoktur. Onların da çoğu, sadece felekten şikâyet etmişlerdir. Bazı halk şairlerinin devlet karşısındaki pervasız tavırları onların sadece halk şairi olmalarından değil, mensup oldukları İçtimaî zümrelerin böyle tavır almalarını icap ettirmesinden gelmektedir. Halk şairi var, bir devlet adamının « kulu » dur: Meselâ Kuloğlu gibi , o gayet tabiî olarak, meselâ Celâ- lileri kuyuya doldurarak imha eden Kuyucu Murat Paşayı methedecektir, ötede halk şairi var, Devlet’e isyan halinde bulunan bir zümreye mensuptur, Dadaloğlu gibi... Bu şairden :


Hakkımızda Devlet etmiş fermanı
Ferman Padişahın dağlar bizimdir,

mısraları gibi Devlete ve Padişaha meydan okuyan sözler duymak bizi hayrete düşürmez.

Muharririn halk hikâyeleri ve halk temaşası hakkındaki mütalaalarını toplıyan kısımda da bir çok yanlış hükümlerle karşılaşıyoruz :

Bir defa, hatanın büyüğü, ta baştan, folklor eserleriyle edebiyat eserlerini karıştırmaktan geliyor. Böylece, s. 296 da. Dede Korkut kitabını folklor eseri saymak gibi, bir yanlışlığa düşülmüş oluyor. Bu kısımdaki hataların tipik bir örneğini, yine aynı sahifede Tepegöz hikâyesi hakkında verilen hükümler arasında buluyoruz : Muharrire göre. Tepegöz hikâyesi "Ergenekon"un islâmlaştırılmiş şeklidir. Yaptığı mukayesede bulduğu müşterek unsurlara bakılırsa, buna benzer karşılaştırmalar neticesinde, meselâ Tristan ve Isold hikâyesinin, Mecnun kıssasının hıristiyanlaşmış şekli olduğunu da isbat mümkündür. Yine aynı sahifede. Dede Korkut kitabındaki islâmdan evvelki devirlerin izini taşıyan ananeleri «ırkî unsur» diye göstermekle muharririn ne mana kasdettiğini anlıya- madık. Aceba bu ırkî sıfatını, "milli" yerinde mi kullanıyor. Böyle ise, "milli" mefhumunun hududunu çok darlaştırmış olmuyor mu?







Arama

Bizi Destekleyenler

.