Eski evlerimizde yaşadığımız târih, kökleri çok derinlere inen, efsaneye karışmış mistik bir târihti. Fakat insanımızın asıl şuurunu teşkil ediyor, o bulanık haliyle bugüne taşınmış, yaşanıyordu. Bize bir zamanlar çok uzun gelen kış gecelerinde annemin okuduğu Seyyit Battal Gazi hikayelerini babamın nasıl bir heyecanla dinlediğini hatırlıyorum. Battal Gazi aramızdaydı ve biz onunla nice seferlere çıkıyor, nice geçmiş zaferlerin ihtişamını yaşıyorduk. Annemin okunmaktan iyice yıpranmış o taş baskısı kitapları, esrarlı güzelliklere açılan birer masal kapısı gibiydi. Geçmişle bugün arasındaki perde kalkar, adımımı atar atmaz kendimi sevdiğim kahramanların yanında buluverirdim. Zaman benim için sanki geçmişi, şimdisi ve geleceğiyle koskocaman bir bugündü. O günleri, o değişik zaman idrâkini düşündükçe hâlâ ürperiyorum. Bir bakardım ki ak bir küheylana binmiş, yaklaştıkça uzaklaşan hülyalı ufuklara doğru uçmaktayım. Ak tolgalı beylerbeyi "İlerle" diye haykırıyordu. "İlerle!" Tuna’nın ak köpükleri kabarıyor, ufuklarda atların uçuşan yelelerine karışıyordu. Bir zaman sonra kapılacağım sevdanın gizli târihini yaşıyordum.
Benim Estergon’larım
Yahya Kemal’in -hâlâ lezzetle hatırladığım ilkokul okuma kitaplarından birindeki -Akıncı şiiri su gibi ezbe rimdeydi. Okudukça hudutlardaki sarp kaleler gözlerimde canlanıyordu. Geçmişin ihtişamını ve yitirilmiş güzellikleri terennüm eden Rumeli türkülerinin o hüzün dolu, fakat dipdiri nağmeleri tek bir kelimede toplanmıştı; zihnimde tarifsiz tedâîler yaratan bir kelimede: Estergon! Artık benim için her kale bir Estergon’du. Evimizin yakınlarındaki Dârüşşifâ harabesinin küçük odalarında, yıkık duvarlarında fâtihâne rüyalar görürdüm. Masal kapımın eşiğinde yaşadığım asıl zamanla burun buruna gelince gönlümü bir "sinsi firak" kemirmeye başlardı; niçin şimdi İstanbul önlerinde bir yeniçeri, yahut Zigetvar önlerinde bir sipahi değilim diye âdeta kaderi hesaba çekerdim.
Yeni öğrendiğim ufacık bir târih kırıntısı bile hemen destanlara bürünür ve masallarla birleşerek usta nakkaşlar elinden çıkmış bir minyatür güzelliğiyle rüyalarıma doluverirdi. Gözlerimi kapar kapamaz, önümden destânî uğultularla güzel, kıvrak atlara binmiş kahramanlar geçerdi, bir çizgi film gibi şaşırtıcı, büyüleyici... O zamanlar henüz bir nevî ortaçağda yaşıyorduk, çizgi film nedir, nereden bilecektim? İyi ama Karagöz vardı ya... Gerçi Karagöz de seyretmemiştim, ama hakkında o kadar çok şey okumuştum ki, seyretmesem de olurdu. Üstelik hayal perdemde Karagöz’ den daha hareketli, atlı kahramanlarım vardı benim. Hepsi güzel insanlardı ve hepsi birer Rüstem’ di, Battal’ dı, Ali’ ydi, Hamza’ydı. Sonsuza kadar uzanan ufuklarda kahramanlarımın dâvûdî seslerinden yükselen mûsikî mâverâî aksisedalarla çok sesli hâle gelir, dağdan dağa genişleyerek gökkubbeyi doldururdu. Onlar ne muhteşem sahnelerdi! Ne güzel bir masaldı yaşadığım! Biner hayal atıma, Estergon lan yüzlerce, binlerce defâ fethederdim.
Annemin Bir Dolabı Vardı
Beni alıp geçmişin süzülmüş güzelliklerine götüren nasıl bir idrakti? Niçin gözlerimi geleceğe doğru değil de, geçmişe çevirmiştim? Bugün bile tatmin edici bir cevap bulamıyorum. Bizim annelerimiz, baba, dede ve haminnelerimiz geçmişte yaşamayı tercih ederlerdi, belki o yüzden. Gelecek hep kısa kısa yarınlar olarak düşünülürdü. Muhafaza etmek, ama her şeyi, eski elbiseleri bile muhafaza etmek... Annemin bir dolabı vardı ve "evvel zaman" ı tıka basa doldurmuştu. Şimdi, muhafaza etmesini bilmeyen topluluklar medeniyet kuramazlar, hiç direnişle karşılaşmayan bir yenilik, yenilik sayılabilir mi? gibilerden büyük büyük şeyler düşünüyorum. Çocukluk evlerimizde,o zaman farkında değildik ama,işte bu direniş yaşanıyordu. Biz çocuklar kapıda daha ayakkabılarımızı çıkarmadan, ezmeyen, fakat Estergon’u korumaya kararlı bir otorite ile karşılaşırdık. Radyo dinlemek bile izne bağlıydı. Çünkü radyo açık olduğu zaman, öyle pek sık olmasa da, evin içinde çan sesleri gibi alabildiğine yabancı ve mahremiyeti ihlâl edici sesler duyuluyordu.
Mecbûre Teyze’nin Masalları
Şüphesiz bir zamanlar bütün evler bizim ev gibiydi, en bereketli gıdası sessizlik olan evler. Yalnızca saatin sessizliği daha da derinleştiren tiktak* larını duyardık. Herhalde bu tiktak’ 1ar sessizliğin kendisi de ve beni geçmiş devirlere götüren garip bir zaman makinesi vazîfesini görürdü. Geçmiş zaman yolculuklarımı hep bu sessizlikle ve Mecbûre Teyze’ nin bir dizi inci gibi parıldayan dişleriyle beraber hatırlıyorum. Masallarını hep gülerek ve kahramanlarının yanından hemen şimdi çıkıp gelmiş gibi anlatırdı. Çileli hayâtından bahsederken bile yüzündeki o geniş tebessüm silinmez, aynı şeyleri yaşamak istercesine anlaşılmaz bir hasret duygusuyla gözlerini kısar, uzaklara bakardı. Uzaklarda benim kahramanlarımın yaşadığı dağlar vardı. Bölük bölük ateşlerin yakıldığı tepesi karlı dağlar. Aslında bu sâdece Mecbûre Teyze’ nin tavrı değil, millet olarak bizim müşterek tavrımızdı. Hani, eski şâirler yerli yersiz zamane şikâyet eder dururlar; önceleri her şey güzeldi, şimdi ise dünyâ kötülerin elinde, felek kötülerin hesabına çalışıyor gibilerden şikâyetler... Mustafa’ lardan biri, herhalde Üçüncü Mustafa, devletin başında kendisi bulunduğu halde, "Devleti çarh-ı dem verdi kamu mübtezele" diye feryat etmiştir. Eskilerin çarh, felek yahut ikisini birleştirerek "çarkıfelek" dedikleri mevhume de bir bakıma bizim günahkâr tekemizdi. Bütün günahlarımızı onun sırtına yükleyip rahatlardık.
Bugün anladığımız mânâda "ilerleme" fikri insanımıza büsbütün yabancı bir fikirdi; şuuraltında el bebek gül bebek büyüttüğü "asr-ı saadet" muhayyilesini mutlu bir geleceğe değil, mutlu bir geçmişe yöneltmişti.
Kel Ölür Sırma Saçlı Olur
Bununla beraber geçmişi daha güzel bulma temayülü sâdece biz Doğulularda değil, bütün insanlarda vardır. Yaşadıklarımız geçmişe masal kılığında intikal ediyordu. Geçen her ânı adetâ ince elekten geçirerek lezzetli, az yaşanmış, yekpare bir anda topluyor, kendimize saadetlerden mürekkep bir sırça saray inşâ ediyoruz. Bu sırça saray, bu süzülmüş imbikten geçirilmiş arı duru zaman, çok eski çağlardan beri san’atların tükenmez kaynaklarından biridir. Hafızın garip bir oyunudur; yaşadığımız sırada bizi bunaltan, hayattan bezdiren acılar bile, geçip gittikten sonra, yaşanması gereken, vazgeçilmez şeylermiş gibi bir hisse kapılıyoruz. "Kel ölür sırma saçlı olur" derken herhalde bunu anlatmak istiyorlardı.
Masallar,, belki de nostalji dedikleri bu psikolojik mekanizmanın tashih ettiği gerçekten yaşanmış zamanları veriyor. Masal, kozalitenin bağlarından kurtulmuş realite değil mi? insan şimdiye kadar realiteyi aşmak için çok uğraştı, fakat realite dışında hiçbir şeyi yaratamadı.
Altınçağ
Bütün kültürlerde var olan "altınçag" tasavvuru, insanlığın şuuraltında yaşayan en eski ar ke tiplerden biri olsa gerek. Kovulduğumuz cenneti özlüyor olmalıyız. Bana öyle geliyor ki, insan muhayyilesinin tabiî çalışma istikâmeti geçmiştir. Rönesans sonrası Batı, Doğu’ dan muhayyilesinin istikâmetini değiştirerek ayrıldı. Doğu, nostaljik muhayyilesini hep muhafaza etmiştir. Batı ise altınçağ tasavvurunu tersine çevirerek ütopyalar yarattı. Bunun için ilk ütopyalar, altınçağ dediğimiz güler yüzlü geçmiş gibi, güler yüzlü bir geleceğin portresini çiziyordu. Ne var ki yakın zamanlarda ortaya çıkan ütopyalar, "science-fiction" tipindeki roman ve filmler genellikle karamsar bir gelecek tablosu çiziyorlar.
Susan Kitleler
Her neyse, benim Estergon fetihlerim gel zaman git zaman şuurlu bir târih anlayışı ile yer değiştirdi. Şuurlu bir târih anlayışı diyorum, yâni târihi anlamak için şuurlu bir gayret. Mekteplerde ezberletilen târihe îtimâdım çok erkenden sarsılmıştı. Hangi sahada olursa olsun, resmî hüviyet kazanmış görüşlerin doğruluğundan. şüphe etmeli. Eğer doğruları her zaman söylenseydi tezatlar nasıl gizlenebilirdi? Peki, doğru kabul edilen yanlışlardan nasıl kurtulmalıydı? Yanlışı bir başka yanlışla ortadan kaldırma tehlikesi de var. Zamanla hakikat uğruna yapılan yanlışların, hakîkat bellenmiş yanlışlardan çok daha değerli olduğu anladım. Fakat bizim hakîkatlerimize giden çok büyük engeller vardı. Tamamen farklı bir yaşama düzeni yerleştirmek için tahrip edilen târih susan ve susuşuyla çok şey ifâde eden kitleleri hep karşısında bulmuştu. Bu direniş su yüzüne çıktığı zaman hep kaba kuvvetle tesirsiz hâle getirilmiştir. Bununla beraber kaba kuvveti kullananlar, hiçbir zaman iktidarın meşru sahibi olamadılar, değişen çok şey olmasına rağmen. Kitlelerde diri kalan bir taraf vardı, bunu farkedenler kazanıyordu.
Biz Fâtih’lerin, Yavuz’ların Torunları
Biz, aklımız ermeye başladığı zaman kendimizi ister istemez bu direnişin içinde bulduk. Ne var ki insanımızın kalbinde muhafaza ettiği değerleri aklın ölçülerine vurduğumuz zaman yeni yeni çıkmazlarla karşılaşıyorduk. Kalp hiç bir zaman aklın diliyle konuşmaz. Lüzumsuz bir yığın teferruat içinde kalmıştık. Bu yüzden meselenin esâsına bir türlü ulaşamıyorduk. İfrattan tefrite git, gel... Mâhiyetini kavrıyamadığımız bir olmuşlar zinciri ve yaşamayan bir yığın hâdise olarak tasavvur ettiğimiz geçmiş, kendi fasit dâiresine sıkışıp kalmıştı. Annelerimizin, babalarımızın temsil ettiği direnişe katılmıştık; fakat onlardan öylesine uzak, öylesine yabancıydı ki...
Hasılı, geçmiş adına ne varsa hepsine perestişi târih şuuru zannediyorduk. Târihimiz bir zaferler târihiydi ve biz Fâtihlerin, Yavuz’ların Kânûnî’lerin torunlarıydık. Kanunîmden sonrasını hiç farkına varmadan silmiştik zihnimizden, arada büyük zaferler varsa, sadece onları tebcil ediyorduk. Estergon farın elimizden bir bir gittiğini ne zaman anlayacaktık? Takılıp kaldığımız körükörüne hayranlığın tutulur tarafı yoktu, bunu seziyordum
Zaten çocukluğumun Estergon ‘u olan Selçuklu Dârüşşifâsı restore edilmişti ve ben onun küçük odalarında artık fâtihâne rüyalar göremiyordum.