Rasim Bölücek'e
Biz ki gençtik; şehir bizi kendine çekti. Şehirler tarihinde varolacaktık, nice benzerlerimiz gibi. Doğrusu şehirden korkmuyorduk.
Sevdalarımız içre büyüktük; büyük hayallerimiz vardı. Belki "pratiğimiz" noksandı... Fakat bu, giderilemeyecek bir eksiklik değildi. Şehre yabancı da sayılmazdık. Duruşumuz biraz ürkek olsa da bu tabiatımızdan kaynaklanıyordu.
Kalabalıklar içinde "ayakta kalmak" savaşı vardı; bunu farkettik önce. Ayakta kalma ve düşmeme; bu zordu. Ama hiç bir zorluk yıldıramazdı.
Önümüzde bir imtihan vardı ve birden fazla çeldirici. Hesaplanmadık bir komplo karşısında çok uyanık olunmalıydı. Tuzak bir sorunun girdabına düşmemeliydik. Biz ki gençtik; şehir bizi kendine çekti. Doğrusu, ilk bakışta bir aşktı bu. Gökteki yıldızlar, çoktan şehrin bulvarına dökülmüştü. Şehre düşen kar tanesi olmamalıydık; ateşte dahi erimeyen bir mendil dolusu kar olmalıydık, bir dahaki kar vaktinece... Dağda evliya olmak kolaydı, ya şehirde?
ŞEHİRDE VAROLMAK
Burada, duruşu "ürkek" olan esasen babalarımızdır. Onlar belki de, Güliver'in devler ülkesine düşmesi gibi bir hâlet-i ruhiyeye düçâr oldular. Kendilerinin, buraların aslî uzviyeti olmadıklarını farkettiler. Farkettiler ve naif bir zırh edindiler sırtlarına. Bu zırh, onları ne kadar koruyabilirdi şehre karşı ve ne kadar emniyette sayılırlardı, bilinmez.
Onların çocukları, bizler, "derinde demlenen çaylar" bu ürkek duruşların "hayra alâmet" olmayacağını gördük. Önce el yordamıyla, sonra bardaktaki çay kadar hakikât "yerli bir tavır" geliştirdik.
Mataramızdaki suya tuz karıştırmıştık bir kere... Artık tehlikeli bir nifak sayılırdık ve "uyrukların içinde uygunsuz biri"! Ve çıkıp, mertçe "şehirde biz de varız" dedik. Şeytan kanımıza girdi ve bizi baştan çıkardı.
Böylece fırlayıp çıktık babalarımızın dünyasından. Onların gidişi, sıladan gurbete doğruydu; biz gurbette sılayı inşâya yeminliydik. Bizce, coğrafyayı vatan yapmak işte bu fırlayıştı. Hareketimiz ve felsefemiz böylece açıklanabilir ancak. Babalarımızın önüne geçmekten belki onlar da memnun olmuştur. Teamüllere aykırı olsa da, yanlış sayılmazdı.
Ey şehirler tarihini yazan müverrih! Görmezden gelemezsin bu bölük bölük kafileleri. Görmezden gelemezsin; çünkü artık seni de yedi yönden kuşatmıştır bu realite. Fakat bu kafileler terazinin hangi kefesinde yer alacak, işte o müşkil...
ŞEHİRDEKİ MAVİ KANLILAR
Yoksa tarih, hep mavi kanlıları mı yazdı? Biz, derkenar bile değil miyiz bu vadide? Ama olamaz; hep beraber değil miydik "Kızıl Elma" ya uzanırken...
Olamaz biliyorum; Galiçya'da, Kafkasya'da, Yemen'de, Balkanlar'da, Çanakkale'de... hep beraberdik. O zaman kimsenin kanı "mavi" akmadı toprağa. Akan kan hep bayrak rengindeydi. Sonrasında ancak "bir şeyler" olabilir.
Bu mavi kanlılar kimdir? Borazan Tevfik söylemişti: "Ey ehl-i vatan ayağa kalk dediler; biz kalktık onlar bizim yerimize oturdular"(!) İşte, bu "yerimize" oturanlar olmalı mavi kanlılar.
Baktık ki , ekonominin köşe başlarında, sanat ve edebiyatın şatolarında, fikir mahfillerinde, siyaset meydanlarında... hep onlar oturuyor. Bütün kuralları onlar koyuyor!
Oysa biz, gülce diri ve saf bir rüyaydık; güller alınıp-satılan çarşılardan geliyorduk. Şehir ki, iri bir gül olmalıydı ellerimizde. Bu "kirli alışverişlerde" işimiz olamazdı. Zorlu ve onurluyduk. "Kınayanların kınamasından" çekinmiyorduk.
Ellerinden gelseydi, bizden olan bütün hatıraları şehirlerden sileceklerdi. Ellerinden gelmedi. Lakin pek çok şehrin mührü mesabesinde olan bizden eserler "nev-Yunanî" bir hevesle topraktan söküldü! Ellerinden gelseydi bir başka lisânda "tekellüm" edecektik. Gerçi ellerinden gelmedi; ama lisânımızın bu hazin vaziyete gelmesinin müsebbibi oldular. Ellerinden gelseydi şiirimi, musikîmi, mimarimi, destanımı ilh... unutturacaklardı. Ellerinden gelseydi; ellerinden çok şey geldi tabiî; mavi kanlılar çizdiler istikbalini şehirlerimin! Şehirlerin yani hayatımızın yürüdüğü çizgi, bu sebeple "melez" dir. Biz neredeydik demeyiniz; biz ayakta kalmıştık işte!
ŞEHİRDE YERLİ OLAMAMAK
Esasen her şey şehirde oldu. Herşey şehirde yazıldı. Şehirde kazanıldı ve yine orada kaybedildi. İnsanlar şehirler kurdular; kültür ve medeniyet şehirlerden fışkırdı. Biz ki, "kendi dünyamız"dan göçtük... Öyle gerekiyordu ve olanlar, bir anda oluverdi; doğduğumuz diyarlardan bir ağaç misali söküldük ve şehirlere, büyük şehirlere savruluverdik.
Geldiğimiz yerlerde halâ yabancıyız! Çocuklarımız buralarda doğup, büyümüş olsalar da yine bir yabancılık içindeyiz. Kendimizi merkezin dışında hissediyoruz. Merkeze zayıf ve titrek ışıklarımız ya düşüyor ya da düşmüyor.
Oysa, Hacı Bayram Veli'nin, "Ben dahi yapıldım / Taş u toprak arasında" fehvasınca, geldiğimiz yerlerde biz de yapılmalıydık. Kendimizi, yaşadığımız şehirlerde emanete verilmiş bir eşya gibi görüyor ve bir gün geri alınacağımızı umuyorsak, hiç bir zaman "yerli" olamayacağız demektir. Kimse emanete verilmemiştir; kimse geri alınmayacaktır. Ne yazık bu böyledir! Yerli olmak, işte biraz da bu psikolojiden uzaklaşmaya bağlıdır.
Artık göç bitmiştir. Göç davulu bir daha çalmayacaktır... Köklerimizi, yaşadığımız toprağa çekinmeden salalım.
ŞEHİRDE KAYBEDENLER
Bunca derbeder, serazat ifadeler aslında kazananlar ve kaybedenlerin hikâyesine yönelikti. Kalem, alıp başını yazının engin bozkırlarına dört nala dalıp gitti. Evet kazanmak; insanı ta derinden yakalayan ve ayaklarını yere güvenle bastıran hâl. Hâllerin en güzeli belki de...
Kimlerdir kazananlar? Bu soruyu sorduğuma göre, elbette biz değiliz kazanan! Samuel Beckett ne diyor: "Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil! Daha iyi yenil!"
Biz ki yenilenleriz! Şehirde varolmak savaşında, saf gül rüyasında, kutlu yürüyüşte yenilenleriz. Kaybedenleriz. Onca "pratikler" edinmemize rağmen, onca temrinler yapmamıza rağmen bu böyledir. Kazananlar bellidir. Onlara "mavi kanlılar" dedim; "yerimize oturanlar" dedim. Onlardır kazananlar. Bir de tabiî, "kan değiştirenler" vardır ve onlar da o zümreye bir şekilde dahil olmuşlardır. Şehrin dışından gelip çeşitli "icrayı sanatlar" eyleyerek bir kan değişimini gerçekleştirmiş ve onlardan olmuşlardır. Mutlu ve huzurlu mudurlar bilinmez; ama bazı kafileler bu meyanda böyle bir "transformasyon"u başarmışlardır!
Biz ki yenilenleriz; ya tahammül ya sefer bahsinde, elbette hem tahammül, hem sefer içreyizdir. Hikâyemiz dile gelmez; öyle kolay kolay tasvir edilmez.
Nice cüceler, işbu şehirde tahtlarda oturur. Sihirli değnekleri, sihirli lâmbaları vardır sanki ve her şey kolayca onlara açılıverir; açıl susam açıl...
Biz ki yenilenleriz; "yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır" diyerek, bir daha deneyenleriz... Her nasılsa, külünden can bulan arsız semender misali, bir daha havalanırız efsanemizden...
Biz, kazananların saçına dokunabiliz (!) Kazanmalarında "pay sahibi" olabiliriz (!) Sonra -belki- bu bizi avutabilir de... Kazanmayı "küçük" görebiliriz; çünkü küçüktür gerçekten kazananlar. Büyükler kaybettiğine göre. Biz, kazananlara "imaj" dahi üretebilir, çizebiliriz.Sonra da bu oyunda tat bulmayabiliriz! Yürür gideriz kendi mağaramıza... Elbette biraz inkıraz, alabildiğine hüzün olabilir elde; "elde var hüzün" demişse şair, bir bildiği vardır. Dede Efendi, "Artık bu oyunun tadı kalmadı." derken bu ahvali mi işaretlemişti yoksa?... Cemil Bey de kaybedenlerden miydi, o içli taksimlerinde acaba?
Biz ki yenilenleriz; her yenilgi hazan kadar hazin tahkiyelere sığabilir ancak. Şimdi daha iyi yenilmek üzere, bir daha seferler edelim; kendi içimizden başlayarak şehre doğru.