Sanatçılarımızın kendi dalları dışındaki sanat etkinlikleriyle pek de yakından ilgilenmemeleri, öteki sanat dallarındaki dergileri, yayınları izlemeleri de, toplumsal karakterimizin bir başka görüntüsü müdür, nedir? Bilirsiniz, müzikçimiz edebiyatımızia ayıp olmasın diye ilgilenir. Edebiyatçılarımızın, resim sergilerine gidişleri, biraz da ahbap ça vuş ilişkilerine bağlıdır. Birbirlerinin adlarını bilirler de, ne yap· tıklarıyla ilgilenmezler.
İşte, Panayot Abacı dostun (gerçekten önemli ve güzel) sevimli dergisi "ORKESTRA" nın 118. sayı sında çıkan Ercüment Berker'in o çok önemli konuşmasını ben de bir rasıantı sonucu okudum. Okuyunca da, günlerce her önüme gelen dostıa bu konuda tartışmaktıın, bu konuda kitap karıştırmaktan, kendi kendime hesaplaşmaktan ve giderek bu konuda yazma küstahlığına kalkışmaktan kendimi alamadım.
Kuşkusuz, bugünkü muzıgımız üzerine bir teknik tartışmaya girecek değilim. Bir dinleyici olmaktan öte hiçbir bilgim yok, biliyorum. Ama ne ki, Sayın Ercüment Berker'in öne sürdüğü tez, sanki yalnızca bugünkü Batı teknikli müziğimiz üzerindeymiş gibi gözüküyorsa da, acaba gerçekten öyle mi? Cumhuriyet sonrasında bir resmi ideoloji haline getirilen, çağdaş ulusal müziğimizin ancak Batı tekniği ile halk müziğimizin sentezinden doğacağı tezi, acaba öteki sanatlarımız için de geçerli bir genel-geçer politika olarak kabul edilmemiş mi?
Anımsayacaksınızdır. Cumhur iyetin kuruluşundan sonra uzun yıllar çağdaş şiirimizin de halk şiirinden doğacağı görüşü, resmi görüş haline getirilmişti. Faruk Nafiz, Behçet Kemal, Kemalettin Kamu, Enls Behiç, Ömer Bedrettin vb. gibi genç ozanlar, "Hececiler", "Yedi Meşaleciler" filan, Divan şiirinin (yani Osmanlı şiirinin) aruz veznine karşı, çağdaş Cumhuriyet şiirinin ancak halk şiirimizin hece vezni tekniğini kullanarak kurulabileceği tezini savunmuşlardı. Ahmet Kutsi'ler Anadolu'yu karış karış dolaşarak yeni halk şairleri avına çıkmışlardı. Aşık Veysel baştacı edilmişti. (Daha sonraları da, bu kez devrimcilerimiz Aşık İhsani'yi baştacı etmişlerdi.) Behçet Kemal, Ankaralı Aşık Ömer imzasıyla şiirler yazıyordu.
Çağdaş ulusal tiyatromuzun, geleneksel gösteri sanatımızdan, orta oyunundan, meddah geleneğinden, Hacıvat Karagöz'den ancak yaratılabileceği tezi, sanki bugün de hala bazı çevrelerce geçerliliğini korurouyar mu?
Ressamlarımız, ulusallaşmayı soyut dönemlerinde "hat sanatından", figüratif resme döndüklerinde de minyatürden kaynaklanmakta aramadılar mı?
Karikatürümüzde bile, rahmetli Yalçın Çetin ulusal çizgiyi, Hacivat Karagöz'ün deve derisinden kesilmiş (yani eski ve ilkel bir tekniğin biçimlendirdiği) şekillerinden çıkarabileceği sanısına kapılmış, olsa olsa sadece bir kişilik kazanmakla yetinmişti.
Bu nedenle, Sayın Ercüment Berker'in söz konusu konuşmada öne sürdüğü görüşleri ve tezi sadece müzikle ilgili saymak bence olanaksızdır.
Sayın Berker, konuşmasında: "Cumhuriyetin kurucuları (Üçüncü Mustafa döneminde başlayıp İkinci Mahmut döneminde iyice etkinleşen Batılılaşma politikasının) etkisinde kalarak, Türk musikisini yasakladılar. Ve doğrudan doğruya H alk musikisi ile Batı musikisi sentezinden yeni bir musikinin oluşacağı ümidine kapıldılar. ( ... ) Aradan tam yarım asır geçti ve bugün bilanço artık önümüzde. Görüldü ki bu işte bir hata var." diyor. Yani Sayın Berker'e göre, "hepimizin övündüğü, gurur duyduğu Suna Kan, İdil Biret, Ayla Erduran vs." gibi yorumcuların, "bizi gerçekten gururlandıran Devlet Operası, Senfoni Orkestraları vs." gibi toplulukların yetişmesi, oluşmasına karşın, "Adnan Saygun gibi, Ulvi Cemal Erkin gibi, Yalçın Tura gibi, diğer emsali arkadaşlar gibi bestecilerimizin şahsi gayretleriyle yaptıkları eserleri ( . .. ) bir çağdaş ulusal musiki ekolü halinde bütün dünyaya kabul ettirmek mümkün olamamıştır."
Doğrusu Sayın Berker'in söylediklerine katılmamak olanaksızdır. Söz konusu bestecilerimizin yapıtlan halkımızca da benimsenmiş, yaygınlaşmamıştır. Bunun nedeni de, Sayın Berker'e göre, Halk müziğimizin Batılı teknikle yeniden yorumlanıp bir senteze varılabileceği, yeni bir çağdaş ulusal müzik yaratılabileceği sanısının yanlışlığındadır. Çözüm ise, tam karşıtı, Halk müziğimiz ile değil, (alaturka dediğimiz, klasik Türk müziği dediğimiz) sanat müziğimiz ile Batı tekniğinin sentezinden ancak böyle bir yeni çağdaş müziğe varılabileceği şeklindedir.
Kısacası, Sayın Berker de, falklor çağdaşlaşmaya düşmandır, çağdaş ulusal bir müziğin oluşumuna düşmandır diyor.
Ne garip ... Tam 27 yıl önce de Cemal Süreya, daha genç bir ozanken, şiirimizin o günkü çıkmazına bakarak "Folklor şiire düşmandır" diye yazmıştı "a" dergisinin Ekım 1956 tarihli sayısında. (Söz konusu yazı "Varlık" dergisinin Mart 1983 tarihli sayısında bir kez daha yayınlandı, nerdeyse Ercüment Berker'in söz konusu konuşmasının çıktığı "Orkestra" dergisiyle aynı günlerde. (İlginç.)
Gerçekten, şiirimiz de o yıllarda, Cumhuriyetin başlarındaki, çağdaş şiirimizin ancak halk şiirinden doğabileceği resmi görüşüne karşı 1940'larda bir tepki olarak doğan "Garip" şiirinin yabalaşmayı iyice aşırılaştırarak şiirimizin bir basitliğe ve sığlığa sürüklemiş olmasından dolayı, gene "Garip" şiirinin kurucuları ozanlar tarafından, kurtuluşun yeniden halk şiirinde aranması gibi bir yanlışlığa sürüklenmişti. Oktay Rifat'lar, Melih Cevdet'ler, Orhan Veli şiirinin devamcısı genç ozanlar habire halk şiiri biçiminde ve özünde şiirler yazıyorlardı. Şiirlerinde bolca halk deyimlerini, folklorik temleri kullanıyorlardı. Yani, yeni şiirimiz gene bir çıkınaza girmişti. İyice sığlaşıyor, basitleşiyordu. İşte bu nedenlerle genç ozan Cemal Süreya, "Folklor Şiire Düşman" diyerek, folklora karşı ilk bilinçli kavgayı başlatıyordu.
Anımsadığım kadarıyla, "a" dergisinin çevresinde bu yazı bayağı yankı uyandırmıştı. Ama edebiyat tarihçilerimiz bu kavga üzerine herhangi bir inceleme, araştırma yapmışlar mıdır? Sanmıyorum. Ne var ki, şiirimiz de, hemen hemen o tarihlerden sonra hızla bir yapısal değişiklik geçirdi. İkinci Yeni Şiir diye adlandırılan yeni bir kanala kaydı. 70'li yılların sonlarında birkaç genç ozan, yeniden halk şiirini öykünen şiirler yazdılarsa da, fazla bir etkinlikleri olmadı. Bence, Cemal Süreya'nın başlattığı bu kavga, edebiyatımızda belki teorik bir alanda verilmemiştir ama, şiirimiz kendi içinde giz1i bir biçimde bu kavgayı sürdürmüş ve başarıya ulaşmıştır.
Tam 27 yıl sonra şimdi görüyoruz ki, bir müzikçimiz de "Folklor müziğe düşman" diyerek aynı anlamda bir kavgayı başlatıyor.
Fakat ne var ki, Sayın Ercüment Berker, Cemal Süreya gibi, folklora toptan düşman değil. Bizim folklorümüzle (Halk musikimizle) Batı tekniğinin sentezinden çağdaş ulusal bir müziğe varılamıyacağı görüşünde. Ve, Cumhuriyetin kurucularının böylesi bir müzik politikasını savunmalarını da, Ziya Gökalp'in "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabında açıkladığı görüşlerine bağlıyor.
Aslında, bu politikanın Ziya Gökalp'ten kaynaklandığı görüşü doğrudur. Nitekim, Prof. Dr. Mehmet Kaplan da, 1972 yılında Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları arasında çıkan, Ziya Gökalp'in "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabına yazdığı önsözde "Gökalp'in en heyecanlı okuyucularından birisi, daha sonra Türkiye'de en büyük sosyal reformları yapacak olan Mustafa Kemal'dir." demektedir. Özellikle sanat konularında Mustafa Kemal'in, Ziya Gökalp'ten etkilendiği ve esinlendiği açıktır.
Ziya Gökalp, "Türkçülüğün Esasları" adlı kitabında çağdaş ulusal edebiyatın kurulabilmesi için de aynı şeyleri söylemektedir: "Türkçü şairler ve yazarlar bir taraftan halkın güzel eserlerini, öte yandan Batı'nın şaheserlerini model olarak almalıdırlar. Türk edebiyatı, bu iki çıraklık devresini geçirmeden, ne milli olabilir, ne de tekâmül edebilir."
Müzik için de söyledikleri ve gösterdiği yol aynıdır: "Avrupa musikisi girmeden evvel, memleketimizde iki musiki vardı: Bunlardan biri Fârâbi tarafından Bizans'tan alınan Doğu musikisi, diğeri eski Türk musikisinin devamı olan Halk melodileri'nden ibaretti. (...) Doğu musikisinin hem hasta, hem de gayri milli olduğunu gördük. Halk musikisi milli kültürümüzün, Batı musikisi de yeni medeniyetimizin musikileri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde, milli musikimiz, memleketimizdeki Halk musikisiyle Batı musikisinin kaynaşmasından doğacaktır."
Görüldüğü gibi, Ziya Gökalp, folklora Batı tekniğinin kaynaşmasından yeni bir ulusal senteze varılacağı tezini yalnızca müziğimiz için önermiyor.
Oysa, Sayın Berker söz konusu konuşmasında, Ziya Gökalp'in böyle bir kanıya varmasını, XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki o ünlü Rus beşleri örneğinden esinlenmesine bağlıyor. "Bildiğiniz gibi, ondokuzuncu asrın ikinci yarısına kadar, 1852'lere kadar, Rusya'da basit kolhoz (mujik demek istiyor galiba. D.C.) musikisi dediğimiz halk musikisi türünden bir musiki vardı. Çok dar bir zümreye hitap eden Alman kökenli kilise musikisi istisna edilirse, ve yine sadece saray muhitine hitap eden İtalyan kökenli opera musikisi istisna edilirse, Rusya'da milli musiki olarak sadece halk musikisi vardı. 1852'den sonra, malûm Rus besleri (Balakirev, Borodin, Cezar Cui, Rimski Korsakov ve Moussorski) Avrupa'nın çeşitli merkezlerinde Batı müziği tahsili yaparak çağdaş, evrensel müzik tahsili yaparak kendi halk musikilerinin sentezini oluşturmaları ile, Rus musikisi dünya musikisi ekollerinin basına geçti. (...) Bana öyle geliyor ki, Ziya Gökalp de bu modelden esinlendi." diyor.
"Türkçülüğün Esasları" adlı kitapta, insanı böylesi bir sanıya sürükleyecek bir ipucu yok. Ne 33. ve 58. sayfalardaki değinmelerde, ne de 145. sayfada başlayan "Milli Musiki" başlıklı bölümde Rus Beşleriyle ilgili bir gönderme veya değinme var. Bizce, Ziya Gökalp böylesi bir sonuca müzikte Rus Beşleri başarısından, edebiyatta da başka bir örnekten esinlenerek değil, tamamiyle Osmanlı kültürünü yadsıma önyargısından hareket ederek varmıştır. Örneğin, "sanat musikisi" Sayın Gökalp'e göre "Fârâbi tarafından Bizans'tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı musikisidir."
Oysa, söz konusu kitabı basıma hazırlayan Sayın Prof. Dr. Mehmet Kaplan da, kitabın sonuna eklediği notlarda, Gökalp'in bu yargısına karşı çıkmaktadır. "Gökalp'in Fârâbi'yi sadece Bizans musikisini tercüme ve iktibas eder gibi göstermesi hakikate uygun değildir." demektedir.
Öte yandan, müzik ve edebiyat konusunda halk müziğini ve halk edebiyatını çağdaş ulusal edebiyatın ve müziğin kurulmasında tek ve kaçınılmaz kaynak olarak gösteren Sayın Gökalp de, mimari konusunda aynı görüşü savunmamakta, "milli" deyimi yerine "dini" deyimini kullanmayı yeğlemektedir.
Ziya Gökalp'in bu konudaki görüşlerinde doğrusu bilimsel bir bütünlük bulmak zordur. Örneğin, Türk orijinli olduğu kuşkusuz, 500 yıllık Osmanlı müziği, temelinde Yunan-Bizans var diye Sayın Gökalp'e göre "bize yabancı"dır. Ama öte yandan Tanzimat hareketinden sonra, Batılılaşma tutkusunun zorlamasıyla ülkemize giren Batı müziği bize yabancı değildir. Doğrusu bu iki görüş arasında bir mantık bütünlüğü bulmak olanaksızdır.
Ziya Gökalp'in önerdiği bu yöntemin, Cumhuriyet döneminde, klasik Türk müziği (sanat müziği) eğitimi yapan okulları kapatmak, yalnızca Batı müziği eğitimi yapan konservatuvarlar açmak, "sanat müziği" denilen müziğin radyolarda, hatta gazinolarda bile çalınıp söylenilmesin! yasaklamak gibi oldukça sert önlemlere karşın, yarım yüzyıllık bir uygulamadan sonra başarısızlıkla sonuçlanmasını ise, Sayın Berker bizim halk müziğimizin kısırlığına vermektedir. Çünkü, Sayın Berker'e göre; "Halk müziği(miz), doğrudan doğruya yöresel ve bölgesel özelliklere haizdir. Belli bir sistematiği yoktur"
Görüldüğü gibi, ünlü Rus beşlerinin kendi halk müzikleriyle Batı müziği tekniklerinin sentezinden yeni bir evrensel müziğe vardıkları tezi ve Gökalp'in Rus beşlerinden esinlenerek bu görüşleri savunduğu sanısı tamamen Sayın Berker'e aittir. Yani, Sayın Berker, folklorla Batı tekniğinin kaynaşmasından yeni bir senteze varılabileceğine inanmakta ve buna örnek olarak Rus Beşleri'ni göstermektedir. Ancak bizdeki uygulamaya bakarak da, bizim folklorün cılızlığına karar verip, folklore karşı savaş açmaktadır. Bizim folklore karşı savaş açmaktadır.
Öyleyse, karşımızdaki soru şudur: Acaba genel olarak folklor mü çağdaşlaşmaya ve çağdaş ulusal kültür sentezlerine varabilmeye karşıdır? Yoksa, bizim halk müziğimiz mi özel olarak çağdaş ulusal bir yeni müzik yaratabilmemize engeldir?
Cemal Süreya, folklora genel olarak karşı çıkarken, onun şu niteliklerini (şiir açısından) sakıncalı bulup sıralamaktadır: a) Folklorda "hikâye anlatmak" önemlidir. b) Folklorda kişilik yoktur. Kişiliği öldürmektedir, c) Folklorda kalıplar egemendir, sözcükler donmuştur.
Ziya Gökalp de, folklora sahip çıkıp, onu genel olarak överken, onun yabancı kültürlerden etkilenmeden saf kaldığını savlamakta ve altını çizmektedir.
Bizce. Ziya Gökalp'in folklora bunca önem verişi, Sayın Berker'in sandığı gibi Rus Beşlerinin başarısından esinlenme değildir. Bilindiği gibi, folklor sözcüğü ilk kez 1846 yılında İngiltere'de kullanılmıştır. İngilizcedir. Bizde ise ilk kez 1913 yılında Rıza Tevfik'in "Peyâm" gazetesinde çıkan bir yazısında kullanılmıştır. Bu sözcüğü dilimizde ikinci kez kullanan da Ziya Gökalp'tir.
Türkçe "halkbilimi" anlamına gelen "folklor" sözcüğü, Prof. Pertev Naili Boratav'ın "100 Soruda Türk Halk Edebiyatı" adlı kitabında belirttiği gibi, Fransızcadaki değişime benzer bir biçimde bizde de kendiliğinden bir değişime uğramış, artık "halkbilimi" anlamından çok, halkbilimin konusu olan olguları belirtir bir biçim almıştır. Yani, dilimizde de, Folklor denildiğinde, bir bilim türü değil, bu bilimin konusu olan "belli bir ülkede yaşayan halka özgü kültür yaratmaları, gelenekleri" akla gelmektedir. Folklor, en küçük toplumsal örgütlenme birimi diyebileceğimiz köy birimlerine özgü, kırsal yaşamdaki toplumsal olayları konu edinmektedir. Genellikle anonimdir. Gelenekçidir. Tekniği zayıftır. Bu nedenle de yenileşmeye kapalıdır. Daha çok kendini yineler durur. Duygu yanı ağır basar. Bu nitelikleri, basit estetiği ve tekniği yüzünden de, kültür düzeyi düşük kitleler arasında kolayca yaygınlaşır.
İşte, bu nedenlerledir ki, Sayın Berker tarafından öne sürülen, Rus Beşlerinin başarılarının açıklanmasıyla ilgili savlara katılmak bizce olanaksızdır. Müzikolog olmadığımız için, kuşkusuz, Rus Beşlerinin başarılarının nedenleri hakkında bir görüş açıklamamız da olanaksız. Ancak, bize, Rus folkloruyla bizim folklorumuzun farklı olduğu şeklindeki bir sav da bilimsel gözükmemektedir.
Ne var ki. Sayın Berker'in, çağdaş yeni ulusal müziğimizin, ancak "çok güçlü bir temele dayanan" ve çok eski bir geçmişe sahip olan "sanat müziğimiz" ile Batı müziği tekniğinin sentezinden oluşabileceği görüşüne de yürekten katılıyoruz.
Ziya Gökalp'in, bu müziğin Bizans-Yunan kökenli oluşuna karşılık folklorün (Halk müziğinin) saflığı ve yabancı kültürlerden etkilenmemesi tezi ise, bizce de hiç bir bilimsel veriye dayanmamaktadır.
Çünkü, özellikle İstanbul'un fethinden sonra oluşan, yerleşik Türk kültürü diye adlandırabileceğimiz, Türk kökenli yeni Osmanlı (İstanbul) kültür sentezinin Bizans-Yunan kültüründen etkilenmesi gerçeğine karşılık, gene Anadolu'da Yunan asıllılarla, öteki etnik gruplarla birarada yaşayan Türk boylarının Anadoludaki öteki kültürlerden etkilenmeden kendi kültürlerini saf olarak koruyacaklarını söyleyebilmek gerçekten olanaksızdır. Üstelik, saf olduğu savlanan bu kültürün, Orta Asya'dan gelirken geçtiği ülkelerdeki öteki kültürlerden de etkilendiği bir gerçekken... Nitekim, Prof. Pertev Naili Boratav da "100 Soruda Türk Folkloru" adlı yapıtında; "Orta - Asya'dan, Sir-Derya ötesinden getirilen göçebe-çoban, bir dereceye kadar da çiftçi-köylü kültürü, daha Anadolu'ya gelmeden önce Çinli ve daha büyük ölçüde İranlı öğelerle zenginleşmişti; budizm, maniheizm, mazdeizm dinlerinden pek çok inanış ve töreler de, eski dönemde Türklerin eski dinlerine, daha sonra da, kendilerine göre uygulanmış biçimlerde, yeni dinlerine, müslüman-Türk öğretisine girmişti" diyerek bu gerçeği vurgulamaktadır.
Ziya Gökalp'in böylesi bir yargıya (halk müziğinin yabancı kültürlerden etkilenmeden saf kaldığı yargısına) kolayca varmasının temel nedeni de, sanırız, Tanzimattan sonra hemen hemen bütün aydınlarımızın bir konut (postulat), bir belit (aksiyom) olarak kabul ettikleri ülkemizdeki kültür ikiliğinin. Batılı kültür ile Doğu -İslamcı kültür ikiliği şeklinde olduğu varsayımıdır. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, bu ikiliğin her iki tarafı da, Osmanlı kültürünün beğendikleri yanlarını kendilerinin kılıp benimsemişler ve Osmanlı kültürünü yok saymışlardır. Gene her iki yanın benimsendiği bir başka konut (postulat) da, Anadolu Türk halkının Doğu-İslamcı kültürü özümsediği, kendinin kıldığı hususudur. Ziya Gökalp'e göre de, Cumhuriyetin kurucularınca da Osmanlı kültürü, "tu kaka"dır. Bu nedenle Gökaip, "Osmanlı kültürü" kavramını kesinlikle kullanmaz, "Osmanlı medeniyeti" der. Ve, çaresiz bir biçimde önerisi, Cumhuriyet için, ulusal saydığı bu Doğu-İslamcı kültürle Batı kültürünün sentezidir.
Ülkemizdeki kültür ikiliğini, Batıcı kültür, Doğu-İslamcı kültür şeklinde nitelemek gerçekten doğru mudur? Kültür ikiliği, Tanzimat hareketinden sonra mı ortaya çıkmıştır?
Aslında bizce, bu kültür ikiliğinin başlangıcını Osmanlı padişahı I. Orhan dönemine kadar uzatmak gerekir. Bilindiği gibi bir aşiret devleti olarak kurulan Osmanlı Beyliği I. Orhan döneminde artık bir imparatorluk biçimini almaktadır. Kuruluş aşamasında Osmanlı ordusu, aşiret reislerinin yönetiminde göçebe Türkmen atlılarından oluşmaktadır. İşte ilk kez, I. Orhan döneminde, artık Avrupa'da da büyümeye başlayan imparatorluk ordusunun göçebe askerlerle kurulamıyacağı gerçeği anlaşılır. I. Orhan hıristiyanları da orduya alır. I. Murat döneminde, artık hristiyanlar ordunun çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Ve I. Murat'ın ölümünden sonra Şehzade Bayezid ile Şehzade Yakup arasındaki taht kavgasında, saraydaki hıristiyanlarla Türkmenler arasındaki sürtüşme su yüzüne çıkar ve Bayezid'ın iktidarı ele almasıyla, Yakup'un yanında yer almış Türkmenler ordudan atılırlar. Bizce, Osmanlı İmparatorluğundaki kültür ikiliği de bu tarihten itibaren kemikleşmeğe başlamıştır. Kendisi de sürü sahibi olan Os- manbeyin kurduğu aşiret devleti, bir imparatorluk haline dönüştükçe, geleneksel kültürünü de değiştirir. Türk kökenli, ama bu topraklardaki hıristiyan toplulukların kültürlerinden de yararlanan yeni bir kültür oluşturur. Göçebe Türk boylarıysa, Osmanlı yönetimince yerleştirildiği Balkanlardaki hudut boylarında veya Anadolu'da geleneksel yaşamını sürdürmektedir. Ne var ki, onlar da hıristiyan azınlıklarla birlikte yaşamaktadırlar.
İşte bu nedenle biz, Osmanlı İmparatorluğundaki kültür ikiliğini. Saray kültürü ve Anadolu'da (veya Trakya'da, Balkanlarda) müslüman, Hıristiyan birarada yaşayan asker-toprak adamı halkın "reaya kültürü" biçiminde gruplandırmayı daha doğru bulmaktayız. Kuşkusuz, reaya kültürü dediğimiz bu halk kültürü de, temelde Türk kökenli bir kültürdür. Boratav hocanın da belirttiği gibi, içinde Çin' den, İran'dan, Hint'ten, Arap'tan da motifler taşıyan, Anadolu'daki Hıristiyan kültürü de özümlemiş bir kültürdür. Tıpkı Saray kültürü gibi. Reaya kültürü diye adlandırdığımız bu yeni Anadolu kültürü, bizce kesinlikle yalın bir Doğu-îslam kültürü değildir.
Günümüzdeki kültürel yozlaşmayı da ancak böyle açıklayabilirmişiz gibi gelmektedir bize. Bugünkü müziğimizin hemen hemen bütün müzik adamlarınca eleştirilen bu yoz durumuna acaba yakvzca "arabesk müzik" demek yeterli midir? Bizce söz konusu bu yoz müzik, arabest değil, tipik reaya müziğidir. İçinde yalnızca arabest öğeler değil, Hint müziğinden de, İran müziğinden de, Rum müziğinden de, kilise müziğinden de öğeler taşıyan reaya müziğidir. Yani Halk müziği dediğimiz müzik, aslında reaya kültürünün bir ürünüdür. (Kuşkusuz, reaya sözcüğü burada küçümseyici veya küçültücü bir anlamda kullanılmamaktadır. Bir kültürel kategorinin adı olarak kullanılmaktadır.)
Anadolu reaya kültürünün, son yıllarda ülkemizde egemen kültür haline gelişinin işaretleri, öteki kültürel olgularda da artık açık açık görülmektedir. Örneğin, klasik mutfağımız hızla yerini reaya mutfağına terketmiş, kentler köyler kebaptan, lahmacundan geçilmez olmuştur. Klasik Osmanlı sivil mimarisi, başlangıçta Batıllaşıyormuş gibi kısa bir geçiş aşamasından sonra yok edilmiş reaya zevki mimarimize de egemen olmuştur. Yeşilçam sineması, sözcüğün tam anlamıyla bir reaya sinemasıdır. İlginçtir, toplumsal yaşamımıza pek de girmemiş olan opera, bale gibi sanatlar da bile, bu reaya kültürünün etkisiyle kimilerince yozlaştırılmağa çalışılmaktadır. Örneğin, 30 Temmuz 1S83 günlü Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir konuşmasında, Devlet Tiyatrosunun başoyuncularından Ayten Gökçer, sorumsuzcasına Bale ile "Göbek dansı"nı bir tutmaktadır. "Göbek dansı ile bale farklı değildir. Şimdi folklorun içine Devlet Balesi girdi. Mesela balerinler göbek atıyor." diyebilmektedir.
Bizce, Tanzimat'tan sonra ortaya çıkan, genel olarak kültürümüzde bir ikiliğin doğması değil, zaten var olan bu ikilikten ülkede egemen kültür olan Osman'ı kültürünün (İstanbul kültürünün), Batılılaşma girişimlerinin zorlamasıyla ikiye bölünmesi olmuştur. Yani, bizce, yerleşik tek Türk kültürü olan bu kültür, Tanzimat'tan sonra "Batıcı Osmanlı kültürü" ve "Doğu-İslamcı Osmanlı kültürü" şeklinde ikiye ayrılmıştır.
Batıcı Osmanlı kültüründen yana olan Cumhuriyetin kurucuları ise, Ziya Gökalp'm bilimsel olmaktan yoksun bu önerilerinin etkisiyle "Batıcı Osmanlı kültürü"nün yalnızca Batıcı yanını alıp, folklorla yeni bir senteze varabileceklerini sanmışlardır. Folklor, bilinçsizcesine abartılmış ve sonuç, yarım yüzyıl içinde "reaya kültürünün" ülkede egemen kültür haline gelmesi olmuştur.
Kısacası, son beş yüzyıllık folklorumuz, bizce reaya kültürün olgularıdır. Reaya karakterlidir. Kırsal karakterlidir.
Nitekim halk müziğimiz de reaya karakterlidir, kırsal karakterlidir. Halk şarkılarında hep gurbet, ayrılık, sıla hasreti, askere gidiş, kız kaçırma, köy düğünü, düğün adetleri gibi hep köy yaşamı konu edinilmektedir. Genellikle anonimdir ve kişilikten yoksundur.
Gene, folklorun önemli özelliklerinden biri de sözlü oluşudur. Bizde de, halk müziğinde yazıya geçiş, XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılda olmuştur. Bugün halk müziğimizin ustaları diye bildiğimiz ozanların, aşıkların türküleri de, yazılı gelenek bulunmadığından, kulaktan kulağa aktarılarak günümüze gelmiştir. Dolayısıyla özgünlüklerini korudukları kuşkuludur.
Oysa, klasik Osmanlı müziğinde yazılı müziğe geçiş, yazılı edebiyatın tarihi kadar eskidir. Bilindiği gibi, yazılı edebiyat bizde Divan Şiiri ile başlamıştır. Tarihi XIII. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Nitekim, bilinen en eski musiki eserimiz de Safiyüddün Abdülmümin Urmevi'ye aittir ve XIII. yüzyılın sonlarına doğru kaleme alınmıştır.
XVII. yüzyılda Ali Ufki eski Batı notasıyla, Kantemiroğlu da ebced notasıyla yüzlerce yapıtı yazıya geçirmişler ve günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.
Sayın Berker'in de belirttiği gibi, bizce de gerçekten mükemmel bir Osmanlı müziği vardır. Bu müziğin Bizans'tan da etkilenmiş olması bizim olmasına kesinlikle engel değildir.
Nasıl bugünkü çağdaş şiirimizin güçlü geçmişi Divan şiiri ise, mimarimizin güçlü geçmişi Mimar Sinan'lar ise, dilimizin temeli İstanbul Türkçesi ise, hiç kuşku yok ki çağdaş ulusal müziğimizin de temeli bu klasik Osmanlı müziğidir. Bizim olan klasik müziktir.
Folklor, bir kez daha belirtelim ki kırsal karakterlidir ve çağdaş sanatların temelini oluşturacak bir estetik olgunluğa sahip değildir. Olsa olsa yararlanılabilir.
Galiba, 50 yıldır hemen hemen bütün sanatlarımız için temel alınması bir hükümet politikası haline getirilen "folklor" ile savaşın zamanı geldi de geçiyor bile.
Bizce de, folklor çağdaş sanata düşmandır.