(Geçen sayıdan devam)
Bazı anahtar sözcükler :
İngiltere'deki insanbilimcilerin bir bölümü ve Amerika'daki çogu insanbilimciler kendilerini "kültürel insanbilimci" diye tanıtmaktadır. Çalışma alanlarını da "kültür" olaralk saptamışlardır. Kanımızca bu kişiler Tylor'la Boas'ın izindedir. Birbirlerini "toplumun öğrencisi" diye adlandıranlar sa Durkheim'le, Radcliffe Brownk'un düşünsel kanıtçılardır.
1871’de yayımlanan bir kitabında Tylor, kültürü, "bilgi, inanış, sanat, töre, hukuk, alışkılar ve insanın bir toplumun üyesi sayılabilmesi için sahip olduğu diğer alışkanlık ve becerilerin karmaşık bir bütünü" olarak tanımlar. Bir liste sayılabilecek bu tanım, başkaları tarafından zaman zaman, "kültür, her çeşit öğrenilen davranışı inceler" biçiminde yorumlanmıştır. Uygulamadaysa, "kültürün incelenmesinin özelliğinin, alışkıların (adetlerin) ve usullerin (folkways) araştırılması olduğu belirtilir. Tylor, "sanat" terimiyle teknikleri anlatmak istemiştir. Kültürü çalışma alanı seçen insanbilimcilenden bazıları, örneğin Amerikalı Boas, halk kültürü müzeleri için örnekler topladığından, halkın bu tekniklerle ürettiklerine özdeksel kültür ürünleri adı verilmiştir. Kültür, aynı geleneklere ortaklaşa sahip bir grup insanın ortak malıdır (Toplumbilimsel anlamında grup, insan toplumudur). Malinowski'nin öğrencileri ilk alan araştırmalarını yapmağa hazırlanırken, bir "toplum" saptayarak, "o toplumun kültürünü" incelemeye çalışırlardı.
Bu araştırmacıların amacı salt kültürü oluşturan ögeleri saptamak değildi; bütün yapmaları gerekenin bundan ibaret olduğunu sanmıyorlardı. Kaçındıkları bu tür yaklaşımlar yanlış sonuçlara götürürdü. Bu tür bir yaklaşımla, birbirinden çok ayrı işlevi (önemi) olan alışkılar, ayrım yapılmaksızın bir işlem görürdü. Kısacası, hepsi birden, o kültürün "değişik" usulleri olarak görülürdü. Buna göre, örneğin, parlamenter yönetimle, çubuklarla pirinç yemek aynı ölçüde önemli iki toplumsal usuldür. Malinows'ki bu tür yanlışlara düşmemeleri için öğrencilerini uyarmıştır. Kültür, tek tek belirtilerden giderek değil, kurum kurum incelenmeliydi. Malinowski’nin anlayışına göre, parlamenter yönetim, kültür içinde önemli bir öge olabilir, fakat, pirinci çubukla yemenin de altı eşelendiğin—de, beslenme gereksinimini karşılayan içiçe girmiş kurumların ufak bir parçası oldugu görülür. 0 halde, kültür belirtilerinin kalıbına aldanılmamalıdır.
Halk, yalnızca kültür sürdürenler olarak kabul edilseydi, kültür, bir kurallar ve teknikler dizisi gibi bağımsız bir varlık sayılırdı. Buna kültürü maddeleştirmek denir. Amerika'da bir grup insanbilimci, araştırmalarında halkı ön plana almıştır. Yaptıkları çalışmalar kültür-kişilik ilişkileri diye adlandırılır. Bu görüş, kabaca bir anlatımla, 'kültür, kendisini yaratan ve paylaşan halk arasında tipik bir kişilik yaratır' varsayımından yola çıkar. İngiltere'de pek tutulmamıştır bu görüş.
İngiliz insanbilimciler, bizi kültürel gerçeklerden çok toplumsal gerçekler ilgilendirir derler. Bundan anlaşılması gereken, -toplum kültürünün önemli bir özelliği olsa bile— toplum bireylerinin kişisel özellikleriyle değil, toplum içinde yaşayanların etkileşimleriyle ilgilenidikleridir. Biz, gene, alan çalışmalarının mutlak 'bir' toplumla ilgili olması gerektiğini söyleyeceğiz.
Radcliffe-Brown, bir insanbilimcinin ilk yapması gerekenin, fazla büyük olmayan bir araştırma yöresi (locality) saptamak olduğunu söyler. Toplum böylece saptandıktan sonra, yapacağı, o toplumun 'yapısını' incelemektir. Günümüze değin, toplumsal insanbilim adı altında yapılmış çalışmaların çoğunda odak alınan kavram budur. Bu kavramdan anlayacağımız, düzenlice bölünmüş parçalar halinde gördüğümüzün kültür değil, toplum olduğudur. Bize düşen görev bu düzeni iyice kavrayıp aydınlatmaktır. Bu düzenin aydınlatılması için, ortak bir hak ve yükümlülükler bütününce yönlendirilen kişiler arasındaki ilişkiler incelenmelidir.
Toplumsal yapının ne olduğu tartışılırken Linton’un ortaya attığı iki terim Amerika'da çok tutuldu: Statü ve rol. Statü, bir kişinin, toplumsal ilişkiler içinde olduğu diğerlerine bakarak yeridir. "Statü belirten terimler hep bir başkasına göre durumu belirtir. Örnekleri boldur; oğul, başöğretmen, koca, satıcı vb. Bu örneklerden anlaşılacağı gibi, toplumdan bir kişinin birden çok statüsü olabilir. Toplam bir statünün varlığı da kabul edilir. Ya ni, bir kişinin, toplumun üyelerine bakarak onlardan üstün ya da aşağı oluşu. Fakat gerçekte statü 'nötr' bir sözcüktür: Halkın ulaşmaya çalıştığı bir şeyi anlatmak için kullanıldığında yanlış kullanılmış olur. Statünün san anlamında kullanılışına örnek, İngiltere Kraliçesi II. Elizalbet olabilir; çünkü Elizabet, Kral VI. George’un büyük kızıdır. Statü, başarı anlamında kullanıldığında; John Kennedy'i Birleşik Devletler Başkanı yapan siyasal deneyimleriydi. Her statüye uygun bir rol vardır. İnsanlar, gerçek duyguları ne olursa olsun, karılarını seviyormuş, başöğretmene saygı duyuyormuş gibi davranır. Ruhbilimciler, bazı insanların okulu ya da evliliği hoşgörüsüz bulmalarının nedenlerini araştırırken, insanbilimciler, toplum tarafından rollerin ne amaçla belirlendiğini ve bu roller iyi yerine getirilmezse neler olacağıyla ilgilenir. Rol; önderlik, buyurma, koruma uyma, işbirliği, yeri geldiğinde hediye verme, ödeme ve benzeri görevleri kapsar. Halkın dilinde, rol, bir oyunda yeralmaya denir, Yani burda verdiğimiz anlamın aynıdır. Toplum sözkonusuyken, 'senaryo' oyuncunun elindedir; rolünü iyi oynayıp oynamadığı kendi bileceği iştir. Sahnede rolünü unutup yeni bir yorum getirecek olursa ıslıklanır. Konumuz açısından bakarsak, toplum içinde, sahnedeki kadar olmasa da izlenmekteyiz. Halktan kişiler, rollerini yerine getirirken yeni yorumlara kaçarsa 'toplumsal değişme' başlamış demektir. Rolleri tanımlayan kurallar 'rol beklentileri' diye bilinir. Toplumsal denetim, rolleri, lbu beklentilere uygun geliştirmek için halka yöneltilen toplumsal baskılardır.
Oyuncunun, senaryonun kendi söyleyeceği yerlerinden gözünü ayırmaması gerekir. Ve her toplumun, rollerin yerine getirilmesindeki ilişkilerin belirtilmesinin "kendine özgü yolları vardır. Buna basit bir örnek, Hinduların, karşılarındakini kibarca "selamlamak için, hıristiyanların dua edişi gibi, iki eli parmaklar yukarı gelecek biçimde kapamalarıdır. Çinlilerin selamlaması, ellerini karşılıklı geniş yenlerinin içine saklayıp öne doğru eğilerektir. Avrupalılar el sıkışarak merabalaşır. Bunlar, kültürel farklılıklardır. Kültür, bu anlamda, toplumsal ilişkilerin uygulanış ve simgeleniş biçimidir. Bir insanbilimci alan araştırmasına çıktığında gözüne ilk çarpan şeyler bunlardır. Bu kültürel özellikler insanbilimcinin tanımlamalarınıda çok yer tutar, Nadel'in dediği gibi kültür ve toplum, toplumsal yaşam bütününün iki boyutudur. Radcliffe-Brown ise, insanbilimin kültüre ve topluma göre yapilan tanımlarının iki ayrı çalışma alanına götürdüğünü ve bu iki ayrı tanımın problemlerin konulmasında uyuşmaya varmalarının çok güç olduğunu söyler.
İnsanbilimcilerin ne tür toplumları ele aldıklarından sözetmiştik. İnsanbilimciler, üzerinde çalıştıkları toplumların özel türden toplumlar olduğunu belirttiklerine göre, ele aldıkları her değişik toplum için her seferinde yeni terimler bulmak ve bu toplumu yeni türe ittikleri sözcüklerle betimlemek zorundadırlar. Burda bir problem çıkar karşımıza; incelemeye konu olan toplu mun üyeleri, toplumlarını tanımlamakta kullandığımız sözcükle re alınabilirler. Sözkonusu toplumları anlatmakta kullanılan çok yaygın bir terim 'ilkel'dir (primitif). 19. yüzyıl yazarlarından biri, insanlığın, bizim temsil ettiğimiz erginlik dönemine bakarak bunların henüz emekleme döneminde olduklarını söyler. Örneğin, bağımsızlıklarını yeni elde etmiş ülkelerin bu terimden hoşlanmayacakları açıktır. Durkheim'a gelince; bu terimi, bir kurumun, bulunabilecek ilk şeklini anlatmakda kullanmıştır. Örneğin, din üzerine görüşlerini açıklarken, atalara tapınmanın niye ilkel diye nitelenemeyeceğinıi göstermiştir.
Günümüzde hala bu sözcüğü kullanıyorsak, bundan amacımız, bu toplumların zihinsel ve töresel niteliklerinıi küçümsemek değildir; bununla, az gelişmiş teknikleri anlatılmak istenir. Bu terimi kullanmaktan kaçınmak amacıyla bazı insanbilimciler, bu tür toplumlar için basit -teknolojiye- sahip toplumlar terimini kullanır. Bu terim, bir yazıda çok sık yinelendiğinde uygunsuzlugu anlaşılır. Fakat eğer 'basit' sözcüğüyle gerçekten bu özellik vurgulanmak isteniyorsa, kullanılabilir. Kullanımı henüz yaygınlaşmamış bir terim de 'ufak-birimli' (toplum)dur, Bununla anlatılmak istenen, basit teknolojiye sahip toplumlarda dışına çıkrlamayan dar kapsamlı toplumsal ilişkilerdir. Halk arasında yaygın olarak kullanılan bir terim de 'yüzyüze' ilişkilerin yaygın oldugu toplum'dur. Bundan anlaşılması gereken, toplum üyelerinin birbirleriyle yakın ilişkide oldukları ya da herkesin birbirini tanıdığıdır. Fakat, bu terim ancak insanbilimcilerin incelediği en ufak toplumsal lbirimi tanımlayabilir. Bu terimlerin hepsi de birbirinin yerine kullanılabilir.
Makina çağına yeni girmiş bütün toplumların aynı teknolojik düzeyde oldukları söylenemez. Yine, kimse, uzakdoğunun eski uygarlıklarından 'ilkel' diye sözedemez. Nedir ki, ufak-birimli toplumlarda rastlanan bazı özellikler bunlarda da vardır. Ayrıca, insanbilimciler bu toplumları incelemeye değer bulmuşlardır. Bazı yazarlar, bu nedenle, ilkel toplumlarla köy toplumları ayrımına gitmişlerdir. Bunlara göre ilkel bir toplum (ekonomik ilişkileri açısından) hemen hemen tümüyle kendine yeter, besin maddelerini ve öteki gereksinimlerini kendi olanaklarıyla karşılayan bir toplumdur. Köy toplumlarıysa, bu toplumda yaşayanların, yani tarımcıların ufak topluluklar halinde kümelendikleri, gene büyük ölçüde kendi yağıyla kavrulan fakat kendinden kapsamlı bir toplumla belirli ilişkiler içine girmiş (özellikle artı ürünlerin pazarlanmasınıda ve tepeden inme siyasal otoriteyi tanımada) toplumlardır. Bazı insanbilimciler de 'boy'la (aşiret) 'köy' toplumları arasında benzer bir ayrım yapar. Bugünkü köy toplumlarının çoğu hızla kırsal alıan ücretlilerinden oluşan kalabalıklara dönüşmektedir. Boy terimi, kentlilerle, kırsal alanda yaşayanları ayırmak için de kullanılmaktadır. Örneğin, Philip Mayer'in bir çalışmasının başlığı Kentliler ve Aşiretliler (1961) dir, Bu kitapta, güney Afrika Bantularının iş bulmak amacıyla kente gidişleri ve alışkılarını orda da sürdürmek için direnişleri anlatılmaktadır. Bantuların içinde bulundukları bu durumu anlatan bir de terim türetilmiştir; aşiretten kopma (detribalization). Bu terim, aşiret yaşamına ait (alaaşiret) özelliklerin kaybolması durumunu anlatır. Bu sözcüğü alışkılların lehinde kullananlar oldugu gibi, bunların terkine sevinenler de kullanır. Aslında 'aşiretıten kopma' terimi, kentlerde kent usüllerinin tutunmasını anlatmada kullanılmalıdır. Kırsal alanda hüküm süren geleneksel usüllerin bırakılması gibi bir durumu anlatmaz.
Aşiret toplumu kavramının ne olduğu azçok bilinmekle birlikte 'boy'un ne olduğu üzerinde bir düşünce birliğine varılmış değildir. Bu sözcük, iki çağdaş insanbilimci tarafından ayrı anlamlarda kullanılmıştır. Ve onca insanbilimci içinde bu terimi aynı anlamda kullanan hiç çıkmamıştır. Evans-Pritchard, güney Sudan’daki Nuerleri anlatırken, tek bir adla anılan, ortak bir dil ve kültüne sahip olan yaklaşık 200.000 nüfuslu bu toplumun bazı siyasal birimlere ayrıldığından sözeder. Evans-Pritchard, bu birimleri 'boy' olarak adlandırır. Bir başkası aynı anlamda kullanmaya kalktığında bu terimi açmalı ve bununla, kendinden daha kapsamlı etnik (yada kültürel) bir birimin siyasal alt-biriminin anlatılmak istendiğini belirtmelidir. Bu her seferinde yinelenir. Boy sözcüğü, yine, Botswana’da yaşayan Tswana’ların, herbirinin başında kendi şefi b'ulunan geleneksel 8 boya ayrıldığı söylendiğinde de açıklanmalıdır. Nijerya'daki 6 milyonluk İboların alt-bölünmeleri için ve diğer birçok örnekte de kullanılalbilir.
F. G. Bailey'se Hindistan’da yaptığı gözlemlere dayanarak bunu hayli değişik bir anlamda kullanır. Yaygın anlamına göre Hindistan nüfusunu aşiret halklarına ayırarak ve zaten Hint kast düzenine göre ayrılmış olanlarla birlikte kümelemeliydi. Boy halklara tanınan çeşitli ayrıcalıkları gösteren resmi bir liste vardı. Boyların hepsinde ortak olup da, kast halkınıda olmayan özellik nedir diye sorulduğunda, gerçekte böyle bir şeyin sözkonusu olmadığı anlaşılır. Pailey, aslında 'kast' ve 'boy' sözcüklerinin birbirlerinden pek farklı toplumları tanımlamadığını, işbirliği sağlamak için halkı örgütlemenin yollarından biri olduğunu öne sürer. Ekonomik eylemlerin örgütlenmesi için, halıkın yada köylülerin toprağa yerleşmiş olmaları gerekir. Herhangi bir köy örgütünde herkes aynı klana üye olduğundan toprakta herkesin payı vardır ve klanlar birbirlerinden üstün sayılmazlar. Durkheim'in, her bölümü birbirine benzeyen toplumdaki "mekanik dayanışma" dan anladığı buydu. Kast düzeninde, en tepedeki. kast (egemen) bütün toprakların sahibidir. Ekonomik yaşam, diğer kastların toprağı ekme ve üründen pay alabilme hakkı karşılığında gördükleri hizmetler yoluyla örgütlenmiştir. Durkheim, buna, işbölümüne dayalı "organik dayanışma" derdi. Boy halkları, ülküsel açıdan eşitli toplumlardı; kastlı toplumlarsa tabakalaşmış. Bunların dışındaki gerçek toplumlarıdaysa bu özelliklerin ikisi yanyana gözlenir. Bu çok ilginç açıklamayı yaparken Durkheim "boy" ve "boya ait" (alaaşiret) terimlerinin yaygınca kullanılabilir bir tanımını vermemiş, vermekten kaçınmıştır.
Grup sözcüğünün, insanbilimciler arasında özel bir anlamı vardır. Halk dilindeki, rastgele biraraya gelmiş. insanlar topluluğu anlamında değildir. Süregiden bir birleşme anlamındadır; belirli ilkeler altında birleşmiş, birbirleriyle ilişkide olan üyelerinin hak ve görevlerini pekiştiren ortak çıkar ve kurallara sahip bir. topluluktur. Ortak çıkarları, 'mülk' geniş anlamında alınacak olursa, mülk sahibi olma diye belirlenebilir. Leach’ın dediği gibi bu haklar içine yalnızca mal ve toprak 1hakları değil, kişiler üzerinde haklar, san (titr), işyerlerindeki, adlardaki (ad koymadaki), ritüellerıdeki, büyü çeşitleri, teknik, şarkı ve danslardaki ve diğer birçok alandaki haklar da girer. Basit toplumların çoğunda, birleşerek oluşan gruplar içinde en önemlileri bir soydan gelenleri içine alanlardır. Bir soy grubunu tanılamak kolaydır. Bunu Leach’ ın söylediklerinden çıkarabiliriz. Gelgelelim, toplumda ortak yanları olan bazı öyle kümelenmeler vardır ki bunlara birleşik grup diyemeyiz. Bu gruplaşmalarda, bir tür duygu ya da çıkar sözkonusudur. Bunları birarada tutan özellik, bu grubun dışında kalanların sahip olduğu ortak özellikten daha güçlüdür. Bir ülkeden, aynı ülkeye birlikte göçetmiş bir halkın çocukları, örneğin Avustralya’daki İtalyanlar, doğma-büyüme yerli nüfustan ayırt edilirler. Kendileri de bunun bilnicindedir. Kimi zaman bunlardan etnik grup diye sözedilir (halbuki bunlar kesinlikle birleşmiş bir grup değildirler). 'Grup' teriminin, halk arasında, biraraya gelerek bir insan toplulugu oluşturmayan yakınlaşmaları anlatmada kullanılışını önlemek olanaksızdır. Bu nedenle, sözcügü vurgulu anlamda kullanırken, biraz daha anlaşılır olmaya çalışılmalıdır.
Grup sayılmayan herhangi bir insan kümesinini (yığın), kategori olduğunu sanmak da yanlıştır. Kategori, öyle görünürde olan bir şey değildir, Ortak durumları (özellikleri ? ) olduğu söylenen bir obje ıkümesixdıir kategori. Kategorize etmekten anlaşılması gereken, kişinin, deneyimlerini düzene koymaktır. Düşünürlerimiz, yeni yeni kategoriler bulduklarını söylerler. Fakat, çoğumuz çocukken dilimizi öğrendriğimiz kategoriyi tanır. Bu kategoriler, akrabalıkla çeşitli yollardan ilişkimiz olan kişileri içinde saydığımız kategorilerdir. Bunlardan bazıları (örneğin, "erkek kardeş"), aynı zamanda bir grup oluşturan kişileri de içine alabilir. Grup oluştursun, oluşturmasın, herhangi bir terimle birarada sayılan (kümelenen) herkes bir kategoriye üyedir. Ve bu terimle anılır. İnsanbilimcilenden bazılarının kategori terimini kullanmaktan kaçınmaları, Fortes'in Ashantiler üzerine yaptığı gözlemlerden kaynaklanır: Ashantiler’de, baba soyundan gelenler arasında, yerlilerin ntoro dedikleri birkaç kategori ayrımı yapılırdı. Bu durum, Ashantilerin kategorisi, ntoro, baba soyundan gelen kişileri içine alırdı; her bir soyda da birkaç ntoro bulunurdu diye açıklansaydı daha doğru olurdu. Gözlemlerine dayanarak Fortes, ntoro üyelerinin aralarında birleşerek bir grup oluşturduklarının görülmediğini söyler. Fortes'ten beri birçok insanbilimci yalnıza iki toplumsal kümelenme varsayar: Gruplar ve kategoriler. Bazı insanbilimciler, terimi, 'gruplar ve kategoriler' diye birlikte kul lanır, Böylelikle, bütün insanları kapsadıklarından, geride kimsenin kalmadığından emindirler. Oysa bir kişinin, bir grubun yada bir kategorinin üyesi olduğunu ileri sürmek çok saçmadır; filan kişi Londra’da, yada "Çarşambayı yaşıyor" demek kadar saçmadır. Bu, felsefecilerin sık sık sözünü ettiği kategoriler kargaşasıdır, Bu kargaşalık bir başka bilim dalında olsaydı çok gülünç olurdu herhalde.
(Sürecek)