MASAL VE DESTANSI ANLATIM (*)
PERTEV NAİLİ BORATAV (**)
Çev: M. METE TAŞLIOVA (***)
ÖZ
Sözlü gelenekte her bir tür kendine ait özellikler taşımaktadır. Efsane, masal, destan ve hikâye türü, yaygınlık ve çeşitlilik noktasında, sözel ürünlerin en çok incelenen alanları olmuştur. Pertev Naili Boratav, bu çalışmasında da, Er Töştük, Köroğlu kolları ve birkaç hikâye metni vererek, ele aldığı konuyu anlaşılır kılmıştır. Sözlü metinlerin arasındaki geçişme, Boratav'm bu yazıda üzerinde durduğu konulardandır. Anlatım/icra ve metinlerin yapısındaki değişmelerin boyutu bir başka açıdan ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Masal, Destan, Efsane, Sözlü Metinler, Köroğlu, Er Töştük
ABSTRACT
THE TALE AND EPICO-NOVELISTIC NARRATIVE
In the oral tradition, every species has its own special characteristic. The most studied fields of oral material has become legends, tales, epics, and folktales as a specise in the point of widespreadness and variety. Pertev Naili Boratav has tried to explain his subject mater giving some texts about Er Töştük, the branch of Köroğlu, and a few text of folktales in this studying. In this artical Boratav emphasised the subject the transitition that is among the oral texts. It has been examined the variations of narration/performance, and the structure of the texts in another point o f wiev.
Key Words: Tale, Epic, Legends Oral Texts, Köroğlu, Er Töştük
Burada kullanılan masal terimi geleneksel, fantastik bir anlatımdan çok, temelde sözlü gelenekten aldığı ayırt edici biçimiyle tanımlanan, nispeten kısa, doğaüstü ve nükteli bir anlatıya işaret eder. Bu tür anlatı daha çok klişe formüllere dayalı düzyazı anlatmaları içerir ve yerinin, kimliğinin ve zamanının belirlenmesini önlemeğe yönelik belirgin bir eğilim taşır. Diğer bir deyişle, sözlü gelenekte bulunduğu için Almanca'daki "Marchen" kelimesiyle karşılanan anlatı türüdür.
Bu ön açıklamayı, masalı sınırlı anlamda kullanılan; efsane, destan, anlatı veya destan şarkılarının parçaları, edebî öykü ve son olarak da, özellikle de Yakın Doğu'da bilinen sözlü edebiyatın bir kolu olan ve Arapça kökenli "hikâye" (folk story) sözcüğüyle anlatılan türden ayırmak için yaptım. Masal sözcüğünün doğru kullanımı çok büyük önem taşımaktadır. Çünkü, Batı terminolojisindeki genel masal terimi, dar anlamıyla halk anlatısı-hikâye veya diğer bazı türlere ait anlatılara işaret eder.
Türk folklorunda hikâye sözcüğü, profesyonel sanatçıların yaratıcılığıyla ortaya çıkmış, fakat farklı biçimsel özelliklere sahip iki çeşit anlatı türünü içerir. Meddahların (halk hikâyecisi) anlatıları gerçekçi bir yapı gösterirler. Bunlar yalnızca nesir türünde olup büyük şehirde yaratılırlar. Bu gelenek günümüzde yok olmuştur. Âşıkların (halk ozanı) anlatıları ise ya aşk maceraları gibi lirik temalar ya da kahramanlık konuları içerirler. Kahramanlık konulu anlatılarda âşık, ozanların geleneğini devam ettirmektedir; lirik anlatımlar ise on altıncı yüzyılın başlarına kadar giden yeni bir geleneğin ürünleridir ve tohumları âşıklarca ekilmiştir. Ne var ki biçimleriyle de bu iki tür (epik ve lirik) âşıklarca ortaya çıkarılan ve on altıncı yüzyılda ortaya çıkan aynı türe aittirler.
Saf epik geleneği, ne Türk-Osmanlı topraklarında ne de diğer Altay dillerini konuşan halkların yaşadıkları bölgelerde ayakta kalabilmiştir. Bu kültür bölgelerinde hikâye, epiğin yerini almıştır. Yalnızca göçebe halkların yaşadığı bölgelerde epik geleneği ayakta kalabilmiştir. Kırgızlar bu geleneği günümüze dek sürdürmüş olup büyük millî destanları olan Manas Destanı, yakın bir tarihte doğrudan halk ozanlarının ağzından yazıya geçirilmiştir.
Halk hikâyelerinin diğer anlatı türleriyle olan ilişkilerinin incelenmesi büyük önem taşımaktadır. Halihazırda böyle bir çalışma çeşitli sorunları gün ışığına çıkarabilir. Karmaşık bir anlatıda yer alan farklı türlerin parçalarının birleştirilmesi, böyle bir birleştirmede anlatının rolü; sonuçta anlatının ele alınması gereken biçimsel özellikleri, içerikte ortaya çıkabilecek özellikler; ele alman anlatının değerlendirilmesinde rol oynayan faktörler olan, anlatıcının yaşı, cinsiyeti ve sosyal sınıfıyla alıcılar. Bunların göz önünde bulundurulmasıyla yapılacak olan çalışmalar sayesinde bu sorunların bazı yönlerini aydınlatabileceğiz.
Türkçe araştırmalarında hikâye ve epiğin dar anlamda halk öyküsüyle olan ilişkisi üzerine yoğunlaşan çok fazla çalışma bulunmamaktadır. Filologlar ve etnograflar zaman zaman çeşitli anlatı türlerinde ortak bulunan tema ve motiflere değinmişlerdir, ancak bunların çoğu türlerin karşılaştırmalı olarak incelenmesine yönelik sistemli bir çalışmadan çok, tesadüfi notlar ve açıklamalardan ibarettir.
Rus V. Radlov, Macar Ignac Kunos (1), Alman G. Jacob ve Th. Menzel gibi Türkologlar, az çok değişikliğe uğramış parçalar, yazılı ve sözlü geleneğe ait halk öyküleri, meddah ve âşıklardan hikâyeler ve Türk sözlü edebiyatının farklı türlerinden ödünç alınmış birçok metin çeşidinden oluşan, oldukça yüklü miktarda materyal toplanış ve bir araya getirmişlerdir. Zaman zaman aynı araştırmacılar bu folklorik ürünleri düzene sokmağa ve türlerine göre ayırmağa çalışmışlardır. Ancak 1925'ten beri masal ve destansı anlatı türlerinin karşılaştırılması konusuyla ilgilenen daha genç kuşak araştırmacıların konuyla ilgili yayınları yeni yeni ortaya çıkmağa başlamıştır (2).
Araştırma sahasına mütevazı bir katkıda bulunmayı amaçlayan mevcut çalışma, önemli ölçüde ulaşılabilir kaynağın bulunmasına rağmen, hâlâ yeteri kadar ilerletilmiş değildir. Bu makalede beş destansı anlatım örneği incelenecektir: l.Bir Kırgız Destanı olan Er Töştük, 2. Köroğlu Destanı Silistre Kolu, 3. Aynı destandaki Koca Bey Kolu, 4. Erzurumlu Hoca Fenâyi'nin oğlu Mahzûni'nin Hikâyesi, 5. Elmas ve Mehmet Gündeşlioğlu'nun Hikâyeleri. Son dört anlatı Anadolu ve Azerbaycan Türk folklorundan gelmektedir. İlki coğrafi olarak Türkiye'den ayrılan Altay bölgesinden gelmektedir. Bu Kırgız epiğinin analizini, katıksız epik kökenli olan tek tip olduğu ve türün gelişim sürecini anlatmada çok önemli yeri bulunduğu için dahil ettim.
I. Er Töştük, Bir Kırgız Epiği
Anlatının aşağıda yer alan özeti, gerçekte 12.316 mısradan oluşan Kırgız versiyonundan alınmıştır (3). Mısralar baştan sona belli bir melodiyle söylenir. Manas Destanı'nin en zengin versiyonlarından birinin ozanı olan ve "Kırgız Homer" diye bilinen ünlü Kızgız manasçı (ozan) Sayakbay Karalayev'in sözlerinden derlenmiştir. Bu nedenle bu metinde hâlâ sürmekte olan epik geleneğin doğrudan ürünü olan bir yaratı görüyoruz.
Er Töştük
Eleman sekiz yaramaz erkek çocuk babasıdır. Bu ilerlemiş yaşında karısı ona dokuzuncu erkek çocuğunu, Er Töştük'ü verir. Küçücükken bile bu çocuk kahramanlık işaretleri göstermeğe başlar; hayvan sürüleriyle birlikte kaybolan ağabeylerini bulur. Eleman dokuz oğlunu nüfuzlu Sarı Bay'ın dokuz kızıyla evlendirir. Gelinlerini kendi topraklarına getirirken, dönüş yolunda, Eleman, gövdesi yedi başlı bir canavar olan Zelmoğuz adlı cadıyla karşılaşır. Canını kurtarmak için, içinde Töştük'ün ruhunun ve gücünün saklı olduğu muskanın bulunduğu zarfı ona verir. Oğlan zarfı almak için cadının peşine düşer. Karısının verdiği büyülü atı süren Töştük, sihirli zarfı geri almayı başarır, fakat cadı onu ve atını takip eder ve yerin yedi kat dibine inmelerine sebep olur.
Aşağıdaki dünyada Töştük, her birine farklı bir olağanüstü özellik bahşedilmiş olan Dört Mamit'le karşılaşır. Keçilerin kaçmasına izin vermeyen Mamit; dünyanın dinleyicisi Mamit; kasırga Mamit; delici gözleri olan Mamit.
Daha sonra yeraltının kralı Kök Dö (Mavi Dev)'nün kızı Kül Ayim'le karşılaşır. Kül Ayini kendisini sıradan bir çoban olarak tanıtıp Kök Dö'nün hizmetine giren Töştük'e aşık olur. Töştük, kralın karşı çıkmasına rağmen kendisini eş olarak seçen Kül Ayim'le evlenir. Kral diğer iki damadına iki görev verir. İlki, kendisi için dokuz adet yabani eşek sıpası avlamalarıdır. Bu görevi yerine getiremeyen damatlardan biri kralın kendilerinden istediği sıpaları aramaktan dönerken karşılaştığı "Sıradan Çoban"a yalvarır. Onlara sıpaları ancak kendilerini arkalarından sıcak demirle işaretlemeğe razı olurlarsa verecektir, iki damat bu şartı kabul eder. Kralın verdiği ikinci görev, olağanüstü güçlerin ele geçirdiği Benekli Kısrağın "Büyülü Tayları"nin kurtarılmasıdır. Ejderha'nin saldırıları sırasında Büyük Kartal'ın yavrularının hayatını kurtardığı için tayları bu kuşun tutsaklığından çıkartan yine Er Töştük olacaktır. Bu sefer de yadigârını diğer damatlara bırakır. Bu ikisi tam bir kalabalığın önünde yaptıklarıyla övünmeğe başlamışlarken Töştük araya girer ve iki damadın arkalarını göstererek foyalarını meydana çıkarır. Üçüncü damadının, kahramanlıklarını önceden duyduğu Töştük olduğunu fark eder. Kök Dö, o ya da bu şekilde onu yok etmenin yollarını aramağa başlar. Onu bir dizi sınava tabi tutar: 1) Kör testereyle demir kütüğünün ikiye ayrılması. 2) Bir at yarışı. 3) Bir koşu yarışı. 4) Çok kısa bir sürede, saçılmış darı tanelerinin toplanması. 5) Aslanlarla dövüş. 6) Ayılarla dövüş. 7) Dönüşü olmayan ülkenin gölünün derinliklerinden dört kulplu kazanın yukarıya çıkartılması. Töştük, dört sâdık yardımcısı, Kök Dö'nün ülkesinde yaşayan insanlar arasındaki müttefikleri, hizmeti dokunduğu minnettar hayvanlar (aslanlar, ayılar, karıncalar) ve büyülü atı sayesinde tüm bu sınavları başarıyla geçer. Yedi başlı cadı, yerin derinliklerinden getirdiği kazanla öldürülür. Kahramanımız son savaşında cadının oğlu Kara Dö'yü (Kara Dev) ve Kök Dö'yü öldürür. Kök Dö'nün krallığını onun memurlarından biri olan ve Kök Dö'yle işbirliği yapmaktan çekinmemiş olan Konok Bay'a bırakır.
Töştük karısıyla birlikte kendi ülkesine dönmek için yola çıkar, ancak bunun için önce dünyanın yüzeyine ulaşması gerekmektedir. Muhteşem kuş Büyük Kartal, bunu halleder. Ancak yeryüzünde evine gitmeden önce Coyun Kulak adlı devle dövüşmesi gerekmektedir. Dev, Töştük'ü öldürür ve karısını kaçırır. Kara Kuş (Büyük Kuş) tarafından tekrar hayata döndürülen Töştük, bir hileyle ruhunun ve gücünün bir kuş kılığında saklanmış olduğunu öğrendikten sonra devi öldürür. Sonunda, ayrılmasından önce hamile kaldığı çocuğunu doğurmak için kendisini yedi yıl boyunca beklemiş olan sadık karısına kavuşur.
Diğer Er Töştük versiyonları: a) 1869'da Kırgız ozan Yoloy tarafından derlenen 2146 mısralık ikinci Kırgız versiyonu (4); b) Nesir halindeki iki Kırgız versiyonu (5); c) Mısralar da içeren bir Kırgız nesir anlatısı (6); d) Potanin tarafından derlenen iki Kazak anlatısı (7); e) Başka iki Kazak versiyonu (8). Bu, çeşitli versiyonların analizleri, Louis Bazin'le birlikte yaptığımız Er Töştük epiğinin Fransızca tercümesinin girişinde verilmiştir. Er Töştük karakteri etrafında dönen ve Orta Asya ve Güney Sibirya halkları arasında popülerlik kazanan bu karmaşık anlatı türünün farklı versiyonlarını meydana getiren hikâye ve motiflere yeterince değindiğime inanıyorum.
Bu anlatı türüne uygun bir girişten sonra (bozkırlardaki göçebe hayatın farklı yönleriyle ilgili olaylar, kahramanın doğuşu, kaybolan sürülerin ardından yola düşmesi, evlenmesi) Er Töştük destanı başka yerlerde de bilinen masalsı sahne ve motifler serileriyle devam eder ve anlatı mitsel karakter ve olaylarla süslüdür. Töştük destanının masalla paylaştığı ortak noktalar -yeraltına iniş, bir- ya da birkaç prensesin kaçırılması, kahramanın geçtiği sınavlar ve vefalı bir kuş sayesinde yeryüzüne çıkış- hep AT 301A ve 301B'nin parçalarıdır. Bunlar da EB 72, 77 ve 207'ye tekabül eder. Doğaüstü yardımcılar bölümü, "doğaüstü güçlere sahip olanlar" AT 513 ve 514 ile EB 215'in bölümlerinden biridir. EB 215'te de "cadı tarafından çalman", kahramana ait muska" motifi vardır. Destanda bu motif kahramanın yeraltı dünyasına inmesine neden olan olaydır. Yine aynı Türk destanında (aynı zamanda bir başkasına, EB 213, de) devin (burada Goyun Kulağın) ruhunun bir kuş şeklinde bir hayvanın midesinde saklı olduğunu görüyoruz (AT 302). "Minnettar hayvanlar" motifi EB 215'in çeşitli versiyonlarında bulunabilir. Bu motif AT 156 ve 554'de; MT B 381'de, B 481'de ve H 1091'de de karşımıza çıkmaktadır. EB 77V'nin oldukça değişmiş bir versiyonu bizim "kahramanlık destanımız"dan özellikler içermektedir. Yine burada her biri kendi yeteneğini kullanarak cadının denizin dibine fırlattığı kahramanın tılsımını çıkaran üç "doğaüstü yetenekler bahşedilmiş arkadaş" motifi bulunmaktadır. (Burada "Kazan" yerine kahramanın saçı kullanılır). Cadının da, kahramanı sınavlara tabi tutan padişahın da ölümleri kahramanın elinden olur. Tek Kırgız versiyonunda (Karalayev'in versiyonu) kullanılan diğer iki motif yine pek çok Türk anlatısında karşımıza çıkmaktadır (9): a) prensesle evlenme vaktinin geldiğini hatırlatan "üç meyva sem- bolü" (biri çürümüş, biri fazla olgun, biri henüz olgunlaşmış), ve b) kahramanın tercihini en genç prensesten yana kullanması, ilk iki damadı sıcak demirle işaretleyen sıradan çoban motifi içine gizlenmiştir.
AT 301A ve 301B anlatı türleri Avrupa, Batı Asya, Orta Hindistan, Çin, Amerika'daki eski Avrupa kolonileri ve Kuzey Amerika yerlileri arasında yaygındır. Bunlarda yer alan bazı motifler Cermen destanlarında da görülür, bunlar Beowulf Destanı'nin çekirdeğini oluştururlar. Bu dönemlerin özellikleri Greko- Romen çağından beri bilinmektedir. Augustus'la çağdaş Romalı mitolograf Konon, yeryüzünün derinliklerine gönderilen Efesli bir çobanın akbabaları kendine çekmek için nasıl önce kendisini yaraladığını ve sonra da bu leş yiyen hayvanların yardımıyla yeryüzüne tırmandığını anlatır. Ancak tam bir masal olarak en eski versiyonu 18. yüzyılda toplanan Arapça bir metindir (10). Sözlü gelenekteki versiyonları ise muhteliftir. Fransa'da AT 301A'nm 12 versiyonu ve 301B'nin doksan altı versiyonu P. Delarue (11) indeksinde analiz edilmiştir. Buna karşılık gelen Türk versiyonlar da çeşitli versiyonları kapsarlar; Eberhard-Boratav'da no:72'nin otuz sekiz versiyonun, no: 77'nin sekiz versiyonun ve no: 207'nin altı versiyonunun analizi yapılmıştır.
Potanin, yayınladığı iki Kazak metnin açıklamasında belli Orta Asya paralelliklerine dikkat çekmektedir: Karaglis ve dört kardeşinin maceralarını anlatan Kazak öyküsü Er Töştük destanıyla ortak bir çok bölüm içermektedir (12). Bu bağlamda, beş kardeş, yaşlı Galmagız'ın kızlarıyla evlenirler. En genç kardeşi isteyen bir Ejderhayla karşılaşırlar. Sonra Karaglis, Ejderha için Ölmös Kız'ı almak zorunda kalır. Kendisine tabiatüstü yardımcılar bulur ve onların yardımıyla Ölmös Kız'ın babasının sınavlarından geçer.
Bu anlatı, Er Töştük destanına özgü sahnelerin Potanin tarafından basılan öykülerle bozulmuş gibi olduğunu göstermektedir. Bu, başka bir Kazak hikâyesinde, Geti Bek'de de böyledir (13): Geti, nehirde bir akciğer görür; akciğer Geti Bek'i öldürmek isteyen bir cadıya dönüşür. Geti Bek'in oğlu Tatı Bek'i getireceğine yemin etmesi gerekmektedir. Cadı, genç adamı tuzağa düşürdüğü Tatı Bek' in sakasını ele geçirir. Tatı Bek gelir ve sakasını geri alır. Cadıdan kaçarken bir ağaca tırmanır. Cadı dişleriyle ağacı kesmeğe başlar, ancak ağaç düşmeden önce, güvercinlerin haber verdiği Tatı Bek'in köpekleri gelerek sahiplerini kurtarırlar. Hikâye, Er Töştük anlatısının giriş kısmıyla, bir masalın birleşmesinden oluşmuş bir üründür (14).
II. Kır Atın Çalınması ya da Silistreli Haşan Paşa-(Köroğlu Destanı'nda, Kır Atın Çalınması ya da Silistreli Haşan Paşa'dan Bir Bölüm)
Bu bölüm Köroğlu Destanı'nın pek çok versiyonunda karşımıza çıkmaktadır (15). Ben bunu Chodzko (16) tarafından yayınlanan Azeri versiyonuna göre özetledim ki burada Haşan Paşa Silistre Valisi değil (17) 30.000 çadırlık Hınıs Aşireti'nin başkanıdir.Kır Atın Çalınması
Haşan Paşa, Köroğlu'nun boz atını getirene kızlarından birini ya da mülkünün yarısını vâdeder. Aşçı olan Kel Keçel Hamza bu işe soyunur. Köroğlu'nun mağarasına, Çamlıbel'e ulaşır ve onun seyisi olur. Kır At'ı ele geçiremez, çünkü bu büyülü atın ahırının anahtarları her zaman Köroğlu'nda durmaktadır. Keçel, Doru At'ı çalar, ertesi sabah bunu farkeden Köroğlu Kır At'ın sırtına atlar ve Keçel Hamza'nin peşinden yola düşer. Keçel Hamza bir değirmene ulaşır ve değirmenci kılığına girer. Köroğlu kılık değiştirdiğini fark etmeyerek, hırsızı bulmak için atından iner ve Kıt At'ı Keçel Hamza'ya bırakır. Keçel Hanıza bunu fırsat bilip hemen meşhur atın sırtına atlar ve kaçar. Doruya binen Köroğlu, Keçel'e yetişemez. Ne var ki, Keçel, Paşa'nin kızıyla evlenince Köroğlu'na atını geri getireceğine söz verir.
Hınıs'a varınca, Keçel gerçekten de Haşan Paşa'nin kızıyla evlendirilerek ödüllendirilir...
Diğer tarafta ise Köroğlu teselli bulamamaktadır. Üzüntü ve yasla geçen altı aydan sonra Köroğlu, âşık kılığına girip Hınıs'a gider. Kendini şaşaâlı bir ziyafetin ortasında bulur. Kendisine, o güne dek yanına kimsenin yaklaşmasına izin vermeyen Kır A t'ı ehlileştirmesini teklif ederler. At, hemen Köroğlu'na boyun eğer, Köroğlu ata binip Paşa'yı oyuna getirir. Paşa, askerlerine küstah Köroğlu -'nu cezalandırmalarını emreder. Ancak Köroğlu, askerleri yener ve Paşa'yı öldürür. Keçel Hamza'yı Hınıs boyunun başı ilan eder. Yanına aldığı Paşa'nin kızlarından birini savaşçılarından Deli Mihter ile evlendirir.
Köroğlu Destanı'nın pek çok versiyonunda, Kır At'ın zekice çalınması bölümü AT 1540 (MT K346.I)'in temel motiflerini içermektedir. Bu hikâyenin çeşitli coğrafi ve lingüistik kökenlere ait versiyonları "Der Mann Aus dem Paradiese" (18) adlı çalışmada Antti Aarne tarafından incelenmiştir. Aarne, sözlü gelenekten gelen hiçbir Türkçe versiyona rastlayamamıştır. Alıntı yaptığı Nasreddin Hoca Fıkrası, A. Wesselski'ye (19) göre temelde sözlü edebiyatın bir ürünü olup, nükteden yoksun bir derleyici tarafından yazıya geçirilmiştir. Wesselski, bu fıkranın metnini J. A. Decourdemanche (20) tarafından Türkçe'den çevrilen ikinci bir çeviriye dayanarak yeniden üretmiştir. Bunu, aslında bir el yazması koleksiyonundan ödünç aldığı için bir edebî anlatı tercümesi olarak tanımlamaktadır.
Aarne tarafından incelenen pek çok versiyonda iz peşine düşen erkek (kaçırılan kadının kocası ya da akrabası) atını da çalan hırsız tarafından kandırılır (21). Bu, Köroğlu anlatısında ve AT 1540'ta ortak olarak bulunan ve EB 339 ve 331-III'te Türkçe paralellikler çizebildiğimiz bir özelliktir. Bu tip, üçten altıya kadar olan motifler, Köroğlu anlatısındaki değirmen sahnesine denk düşmektedir. Altı versiyonun beşinde bir hileyi bir başkası takip eder; değirmenci kılığına giren hırsız kendisini fark etmeyen kahramanı hırsızı (değirmenci kılığındaki hırsızı) ararken oyalar. Daha sonra kahramanın bir anlık dalgınlığından yararlanarak kendisine emanet edilen atı ondan çalar.
EB 331-III, değişken varyantta da (Kastamonu P I, 39) kadın cehennemdeki ölmüş çocuklara vereceğini söylediği birçok giysi ve yiyecekle kaçan hırsız tarafından kandırılır. Bunun üzerine kadının kocası, hırsızın peşine düşer. Değirmene varan hırsız, insanlar kendisini zorla Van seçmeğe gelecekleri için saklanmasının iyi olacağını söyleyerek değirmenciyi kandırır. Değirmenci gizlice saklanır, kahraman gelir ve hırsızı aramak için atını ve kürk paltosunu bırakır. Değirmenci kılığına giren hırsız, kahramanın aradığı adamın saklandığı yeri gösterir. Kahraman hırsızı ararken, gerçek hırsız kahramanın kürkünü de alıp atı kaçırır.
Burada kısaca kişisel görüşümü belirtmek istiyorum. Bu anlatı tipinin başlangıç motifi -yani ölülere eşya götüreceğini söyleyen hırsızın oyunu- ile 16. yüzyıla dayandırdığımız Kitâb-ı Dede Korkut'un, Oğuz Destanı'nda değinilen olayın bir bağlantısı olmalı diye düşünüyorum. Kahraman Salur Kazan, düşmanları Paganlar tarafından yeraltında bir zindana kapatılır. Ailelerin ve akrabaların, ölmüşlerine getirdikleri tüm yiyecekleri yediğini ve binecek başka hayvanı olmadığı için ölüleri kullandığını söyleyerek onları kandırır. Paganların başının, ölen kızının kederiyle kahrolan karısı, kocasına Kazan'ı zindandan çıkartması için yalvarır. Fikrimce bu, destanın (22) özelliklerine uydurulmuş aynı "kandırma motifı" dir. Şu da açıktır ki, bu motifin burada İncelenmekte olan Köroğlu Destanı bölümüyle ilgisi yoktur. Bunun amacı -eğer açıklamamız doğruysa- AT 1540'ın esas motifleri için çok eski bir Türkçe orjinin varlığı olasılığına dikkat çekmektir.
Şu bir gerçektir ki, tüm versiyonlar içinde (hemen hemen tüm Orta Asya ve Türk bölgelerinin sayısı kadar) "değirmende karşılaşma ve değirmencinin tehdit edilmesi" motifi bulunmamaktadır. Bu da yukarıda incelenen "Cennetten gelen adam" sahnesinin destan ve -doğu ya da batı bölgelerindeki- Köroğlu versiyonlarında bulunan önemli ve müstesna bölümlerden biri olmadığını ispatlamaktadır. Bu nedenle bu Köroğlu anlatısına nispeten daha geç dahil edilmiş olmalıdır. Hilekâr karakterin kendisi de açıkça nükteli anlatımla bu motif arasındaki bağlantıyı bozmaktadır: Köroğlu'nun çeşitli versiyonları bu bölümü ve Türk masallarında çok iyi bilinen Keloğlan karakterini (ya da Keçel'i) yaratmıştır.
Açıklığa kavuşturulması gereken son nokta şudur: "Paris" kelimesinin "Paradise" kelimesiyle karışmasından yararlanan Batılı versiyonları gibi Türk anlatıcılar da "Cehennem" sözcüğüyle oynamışlardır. Bu özellik açık lengüistik farkı nedeniyle folklorcuların ve Avrupalı Doğu Araştırmacılarının (Decourdemanche, Wesselski, Aarne) ilgisini çekmemiştir. Bu, Nasreddin Hoca' ya atfedilen nükte ve yukarıda incelenen Türkçe değişkende (EB 331-III, değişken a) belirgindir. Nasreddin Hoca, nereden geldiğini soran kadına "Cehennemden" diye cevap verir. Kastamonu metninde de nereye gittiğini soran karısına, çiftçi "Cehenneme" diye cevap verir. Günlük konuşma dilinde bu ifadeler insanı meşgul eden ve ısrarla sorular soran kişileri baştan savmak için kullanılır. Hikâyenin can alıcı noktası şudur ki, baştan savma bu cevap her şeye kolayca kanan kadın tarafından ciddiye alınır ve kötü niyetli kişiler bundan istifade ederler. EB 331-III, değişken d, motif 2 ve 339-III, değişken d bu tür kelime oyunu özelliklerinden izler taşıyor gibi görünmektedirler.
Değirmenciyi zorla Belediye Başkanı seçileceğine inandırıp kaçıran hilekâr karakterin hilesi (EB 331-III, değişken a; yukarıya bakınız) -her zaman kinayeli kalsa da (23)- Köroğlu'nun bazı versiyonlarında farklı bir ifade kazanmıştır: Keloğlan, müşterisinin tohumlarından vergi alarak yaptığı hilekârlıktan dolayı Köroğlu' na işkence etmeğe kararlı değirmenciye Köroğlu'nun geldiğini haber verir.
III. Köroğlu Destanı'ndaki Koca Bey Bölümü
Bu bölümün her ikisi de düzeltilmemiş iki versiyonu vardır (24). Burada özetleyeceğim Posof versiyonunun metni benim tarafımdan 1941'de Kars'ta, Posof kökenli Âşık Müdâmi'nin ağzından yazıya geçirilmiştir.
Koca Bey
İsfahan'da üç yiğit yaşardı: Koca Bey, ağabeyi Arif Bey ve eniştesi Mustafa Bey. Hakkında çok şey duymuş oldukları Köroğlu'nu bulmaya gelirler. Koca Bey, Köroğlu'yla bir kez dövüşür ve bir kerede gücünü ve cesaretini gösterir. Köroğlu kendi adanılan tarafından alay konusu haline getirilir.
Koca Bey ve iki yandaşı Köroğlu'nun sığınağı olan Çamlıbel'e kabul edilirler. Köroğlu, birkaç gün sonra ona zor bir görev verir: Yedi Denizler Adası'ndaki Periler Padişahı'nın sarayından Hezarân Bülbülünü ele geçirmesi gerekmektedir. Bu, insan gibi konuşan büyük bir kuştur. Pek çok kez denemesine rağmen Köroğlu, o kuşu ele geçirmeği başaramamıştır.
İki yoldaşı ve kılavuzluk eden Ayvaz (Köroğlu'nun evlatlığı) eşliğinde Koca Bey, Akdeniz kıyısına ulaşır. Ayvaz'ın tarifine göre, siyah bir taşuı altında bir dizgin bulur, sallar ve sulardan birden büyülü bir at çıkar. Koca Bey bir heybeyi ot ve etle doldurduktan sonra ata biner. Denizi aşarak Yedi Denizler Adası'na varır. Bu sırada Periler Padişahı'nın kızı ve Hezarân Bülbülünün sahibi olan Prenses sarayında kırk günlük uykusunu uyumaktadır. Saraya girdiğinde Koca Bey, o güne kadar hiç açılmamış kapalı bir kapıyı açar, açık bir kapıyı kapatır.
Koca Bey tam kuşla birlikte saraydan ayrılırken Prenses uyanır. Kapılara hırsızı tutmalarını emreder ancak kapılar sonsuza kadar mahkum olduklarını düşündükleri durumlarını değiştiren adama minnettar oldukları için emre uymazlar. Denize doğru ilerlerken Koca Bey her ikisi de dağlar kadar büyük birer koç ve kurtla karşılaşır. Sahiplerinin emirlerine rağmen onlar da Koca Bey'i yakalamazlar, çünkü o, onlara yiyecek vermiştir; birine ot, birine de et. Koca Bey büyülü atını sürerek karşı kıyıdaki yol arkadaşlarına ulaşır.
Çamlıbel'e geri dönerken dört adam yolda, kendisi de ünlü bir yiğit ve Silistre Paşası'nin kervan başı olan Bamas Bezirgan'ın kervanıyla karşılaşırlar. Kervanı yağmalamaya teşebbüs ederler. Bamas, onlara karşı direnir. Mücadelede Koca Bey, Mustafa Bey ve Arif Bey'i yener, ancak Ayvaz'a yenilir. Tüm malını mülkünü ve parasını çaldırır. Silistre'ye atının üzerinde utanç içinde dönmek zorunda kalır. Küplere binen Paşa ordusunu Köroğlu'nun adamlarının peşine salar. Gece yarısı neye uğradıklarını şaşıran dört adam yakalanarak Silitre'ye getirilir ve zindana atılırlar.
Dört yoldaş Köroğlu'na bir mektup gönderirler. Ulak, Çamlıbel'e varmadan Köroğlu'yla karşılaşır. Rüyasında adamlarının kötü durumda olduğunu gören Köroğlu, yardım etmek için yola çıkmıştır bile. Dört mahkumun asılacağı gün Çamlıbel'li haydutlar Silistre'ye gelirler. Derviş kılığına girmiş olan Köroğlu, kendisini Paşa'ya, Köroğlu'nun adamlarının elinden çok çekmiş zavallı bir adam olarak tanıtır ve intikamını almak için onları kendisinin asmasına izin vermesini ister. Köroğlu, darağacının arasına karışmış olan adamlarına işaret vermek için bir türkü söylemeye başlar. Adamlar dehşetle kaçışmaya başlayan askerlerin arasına dalarlar. Paşa, kızı Çeşm-i Naz'ın Köroğlu'na yakarışları sayesinde ölümden kurtulur. Köroğlu, Çeşm-i Naz'ın Ayvaz'la evlenmesi şartıyla Paşa'yı affeder.
Epik ve masalsı öğelerin birleşimden oluşan bu yeni anlatı türünün özellikleri üzerinde daha fazla durmayacağım.
Anlatı üç bölümden oluşmaktadır: 1. Koca'nın Çamlıbel'e gelişi. 2. Yedi Denizler Adası'na gidişi. 3. Kervanın yağmalanması, eşkıyaların yakalanması ve tekrar serbest kalması.
Bu ahenkli kompozisyonun ikinci bölümü EB 206 (1 ve 4. motifler) ile 81 (motif 4) ve AT 550 ait bir masalın sahnelerinin bölümlerinden oluşmaktadır. On iki versiyonu incelenen EB 206, çoğunlukla Köroğlu anlatısında da aynen geçen Hezârân Bülbülü adını taşımaktadır. Bu, Eberhard-Boratav'da değil ama Naki Tezel (25) tarafından basılan on üçüncü bir versiyonda da geçerlidir.
Bu metinde yer alan Orta Asya benzerlikleri, Kafkas ve Arap-Mısır anlatılarında de bulunmaktadır. Benzer şekilde, masalsı bir hikâye olan Hemra'da büyülü bülbülün ele geçirilmesini anlatan bir sahne içermektedir (26).
IV. Erzurumlu Tüccar Hoca Fenâyi'nin Oğlu Mahzûni'nin Maceralarım Anlatan Hikâye
Bu anlatının yalnızca bir versiyonu bulunmuştur. 1941 yılı başlarında Kars'ta Posoflu Âşık Müdâmi'nin ağzından bizzat yazıya geçirdim. Yaklaşık yirmi daktilo sayfası tutan bir metindir. Saz eşliğinde söylenen türkülerin serpiştirildiği hikâyenin okunması iki üç saat kadar sürmektedir. Âşık, bunu kısa anlatı, o bölgenin âşıklarının deyişiyle "kaside" (serküşte) olarak tanımlamaktadır (27).
Mahzûni'nin Maceraları
Süleyman'ın konuşabilen ve kendisine ulaklık yapan bir Çavuşkuşu/ibibik kuşu vardır. Yine haber götürmek için gönderildiği bir gün Yedi Denizler Adası'nda oturan Periler Padişahı'nın kızı Belkıs'a ait başka bir İbibik kuşuyla karşılaşır. Diğer kuşun anlattıkları, içinde merak uyandırınca, Süleyman'ın ibibiği Belkıs'ı görmeğe gider. Periler Prensesinin güzelliğine vurulur, kendini kaybeder ve Süleyman'ın sarayına dönmek için çok gecikir. Sultan'a gecikmesinin sebebini anlatarak kendisini affettirir. Ulağının yaptığı tasvirden Belkıs'a aşık olan Süleyman, ona bir mektup yazar. Mektubun taşınırken zarar görmesini önlemek için mektubu kuşun kafasına yerleştirir. İbibik kuşunun kafasındaki uzun tüylerin ilk olarak Süleyman'ın mektubunu saklamak için ortaya çıktığı söylenir. Mektubunda Süleyman, Belkıs'ı ve halkını -Paganları - doğru yola çağırır ve ondan kendisiyle evlenmesini ister.
Belkıs, Süleyman'a cevap verir. Teklifini ancak şu şartları yerine getirirse kabul edebileceğini söyler: 1. Yedi Denizleri aşan kuş tüyünden bir köprü yapılacak, böylece Belkıs denizi aşıp Süleyman'ın ülkesine gelebilecektir. 2. Çok değerli bir taş öyle işlenecektir ki, içinden iplik geçebildiği halde, deliklerinden güneş ışığı görülmeyecektir.
Belkıs, Süleyman'a altın yüklü kırk hayvan gönderir. Süleyman'ın bu hediyeler karşısında göstereceği tepkiye bakarak Süleyman'ın gerçek bir Peygamber mi yoksa basit bir Hükümdar mı olduğunu anlayacaktır. Tüm Melekler etrafından ayrılan Süleyman, hâzinesindeki tüm altınları şehir merkezine saçtırır ve hayvan pisliğine bulanmalarına izin verir. Belkıs'ın ulakları bu durumu görünce altınları Süleyman'a vermeğe cesaret edemezler.
Daha sonra Belkıs'ın ibibiği, Belkıs'ın cevabıyla gelir. Süleyman, meşhur köprünün yapılması için tüylerini vermelerini istemek amacıyla bütün kuşları toplamaktadır. Baykuş buna itaat etmez. "Deli bir adamın başkanlık ettiği bir toplantıya gelemem" der. Konuyu şiddete başvurmadan halletmek isteyen Süleyman, Baykuş'u ikna eden kuşun -ve tüm türünün- tüylerinden vazgeçileceğini ilan eder. Serçe bu işi üstlenmeği teklif eder. Baykuş'a gider ve itaatsizliğinden dolayı onu azarlar. Baykuş, tek bir kadını memnun etmek için Süleyman'ın tüm kuşlara zarar vermekten çekinmemesini son derece akılsızca bulduğunu söyler. Kendisini haklı çıkarmak için de, kadınların sadakatsizlikleri ve hoppalıkları ile ilgili bir hikâye anlatır. Hikâyenin amacı Süleyman'ın yaptığının aksine kadınlara güvenilmemesi ve saçma isteklerine aldırış edilmemesi gerektiğini kanıtlamaktır.
Baykuş'un anlattığı hikâye: Padişah'ın tek oğlu, vezirlerden birinin kızına aşık olur ve onunla evlenir. Prens, düğün gecesi ölür. Genç gelin sevgilisinin bedeninden ayrılamaz ve gömülmesine izin vermez. Ölen Prensin bedeni mumyalanır ve sarayda bir tabuta yerleştirilir. Genç kadın ölen kocasının anısına sadık kalacağına yemin eder ve gece gündüz tabutun başında ağlar durur.
Ülkeyi yirmi yıldır dolandırmış olan bir haydut yakalanıp asılmıştır. Padişah cesedin suç işleyenlere ibret olması için darağacına bırakılmasını emreder. Cesedin kaldırılmasına teşebbüsü engellemek için gece gündüz başında bir askerin beklemesi gerekmektedir.
Vezirin kızı, asılan adamın başında nöbet tutan askerlerden birine aşık olduğunda, kocası öleli ve adam asılalı henüz kırk gün olmuştur. Vezirin kızı askeri baştan çıkarır, adam bir iple kızın odasına tırmanır ve geceyi odada geçirir. Ertesi sabah asker asılan adamın yok olduğunu görerek dehşete kapılır. Genç kadın cesedi kaybolan, idam edilen adamın yerine kocasının cesedini koymayı teklif eder. Hay duta asılmadan önce işkence edildiği için kocasının da aynı kaderi paylaşmasına izin verir. Askerle kadın, Prensin gözlerini oyarlar ve ellerini keserler.
Ertesi gün, Padişah işlenen suçun farkına varır. Sorgulanan asker her şeyi kabul eder. İki suçlu başları kesilerek cezalandırılırlar.
Serçe, sıra kendisine gelince, erkekler kadar fedakâr ve akıllı kadınların da olduğunu ispat eden bir öykü anlatır.
Serçenin anlattığı hikâye: Serçe, bir zamanlar zengin bir Tüccarın hizmetkârı tarafından yakalanmış ve kafese kapatılmıştır. Bu, Tüccar ve karısının hikâyesidir:
Tüccar mallarını satıp başka mallar almak için Hindistan'a gider. Ülkenin kralı kendisine misafirperverlik gösterir ve kendisine bir kedinin ağzında yakılı bir mum tutacağı bir oyun oynamağı teklif eder. Eğer mumu bu şekilde ağzında bir saat tutabilirse Tüccar, kırk beş altın, iki saat tutarsa doksan altın, üç saat tutarsa yüz seksen altın kaybedecektir. Ancak eğer kedi mumu elli elli beş dakika sonra düşürürse Kral elli beş altın, otuz dakika sonra düşürürse doksan altın; on beş dakika sonra düşürürse yüz seksen altın kaybedecektir.
Kedi mumu otuz dokuz el boyunca tutmayı başarır ve Tüccar tüm servetini, mallarını ve parasını kaybeder. Kırkıncı oyunda ya hep ya hiç diye oynayan Tüccar, kendisini ortaya koyar ve oyunu kaybettiği için kralın kölesi olur.
Tüccarın karısı dört ay boyunca kocasını bekler. Geri dönmeyince erkek kılığına girer, yanına mal yüklü kırk deve alarak kocasını aramağa çıkar.
Aynı ülkeye varır ve kralın misafirperverliğiyle karşılaşır. Burada kocasını görür fakat kendisini tanımasına izin vermez. Kral, aynı oyunu oynamayı kadına da teklif eder. Tüm öğleden sonra oynar ve malının yarısını kaybeder. Böylece kocasının nasıl köle olduğunu anlar. Krala oyuna ertesi akşam devam etmek istediğini söyler. Ertesi sabah kırk tane fare satın alır ve giysilerinin altına yerleştirir. Oyun öğleden sonra tekrar başlar. Her oyunda farelerden birini serbest bırakır. Kedi otuz dokuzuncu fareye kadar dayanır ve kadın tüm servetini kaybeder. Kırkıncı oyunda kadın ya hep ya hiç der ve kendisini ortaya koyar. Kaybederse kendisi de bir köle olacak, kazanırsa hem kaybının iki katını hem de isteği üzerine bir köle kazanacaktır. Kırkıncı fareyi bırakır, daha fazla dayanamayan kedi, fareyi yakalamak için koşmaya başlar ve mumu düşürür. Kadın hem kendi servetini hem kocasının servetini hem de kocasını yeniden kazanır.
Tüm eşyalarını topladıktan sonra kadın, "kölesi"yle birlikte ülkeden ayrılır, ancak kocasına kimliğini açıklamaz. Yolda kölesine çok kötü davranır. Şehirlerine yaklaştıklarında kocasına daha sonra kararlaştırdıkları yere dönmesi şartıyla ailesini görme izni verir.
Kocasından evvel eve gelen kadın, kendi giysileriyle kocasını karşılar. Kocasına neden bu kadar geç kaldığını sorunca, kocası başına gelenleri; haydutlara nasıl soyulduğunu, kaybolup uzun süre orda burda dolaştığını anlatır. Ziyaret izninin dolduğu gün genç kadın, ailesini ziyaret etmek istiyor gibi davranır, böylece adam da "sahip "ine gidebilecektir. Yolda giderlerken kadın kölesine kötü davranmağa devam eder, hiddetlenen köle, böyle zalimliklere katlanacağına ölmeği tercih edeceğini söyler. İşte o zaman kadın kim olduğunu açıklar. Tüccar bağlılığından ötürü karısına minnettardır. Karı koca barışır ve evlerine dönerler.
Hikâyeyi dinleyen Baykuş, bu hikâyenin savının daha kuvvetli olduğunu kabul eder ve Serçe'yle birlikte Süleyman'ın toplantısına gitmeğe razı olur.
Ne var ki, Baykuş, Süleyman'ı kuş tüyünden köprü yapma fikrinden vazgeçirir. Baykuş, Belkıs'ın sarayının Periler tarafından taşınıp Süleyman'a getirilmesini teklif eder. Baykuş, Belkıs'uı diğer şartına da bir çözüm bulduğu için Süleyman memnundur. Bir karınca değerli taşın ortasından bir kanal açacak ve bir ipek böceği de kanalın içine iplik örecektir.
Ertesi sabah, Belkıs'ın sarayı Süleyman'ın sarayının yanına taşınır. Ancak Periler bunu kıskanır. Belkıs'la evlenince Süleyman'ın tüm Periler Ülkesi'ne hükmedeceğini düşünmektedirler. Belkıs'a iftira atarlar, tüylü bacakları ve eşek toynaklarını andıran ayakları olduğunu söylerler. Gerçeği ortaya çıkarmak için Süleyman, sarayına gelirken Belkıs'ın geçeceği yolu kristallerle kaplatır ve kristal su gibi görünmektedir. Kristallerle kaplanan yere gelince Belkıs "suda yürümek" için eteklerini kaldırır ve böylece ayakları ve bacakları görünür. Süleyman, böylece bu lekesiz güzelliğe tekrar aşık olur ve Belkıs'la evlenir.
Düğün gecesi Süleyman, Perilere birbirine en çok uyan çiftleri birleştirmelerini emreder. Ancak kendi mutluluğunun verdiği dalgınlıkla Yüce Allah'ın iznini almayı unutur ve bunun da sonuçları ağır olur.
Periler bir araya gelip dünyada birbirine en iyi uyan çiftin Halep Hükümdarı'nin kızı Mîna'yla, Erzurumlu zengin bir tüccarın oğlu olan Mahzûni olduğuna karar verirler. Onları bir araya getirmek için Mîna'yı Mahzûni'nin evine gönderirler. Bur olağanüstü karşılaşmadan ve birbirlerinden büyülenen gençler çok iyi anlaşırlar ve birbirlerine aşık olurlar. Geceyi birlikte geçirirler. Birbirlerinin adlarını sorarlar, ancak ikisi de diğerinin nereli olduğunu sormayı unutur. Gün doğarken, uykudaki Mîna, Halep'teki evine gönderilir ve kız evinde uyanır. O andan itibaren Mîna Halep'te, Mahzûni'de Erzurum'da birbirlerinin aşklarıyla yanıp tutuşurlar, ayrılık acısı çekerler, ancak birbirlerini nasıl bulacaklarını da bilemezler.
Sonunda Hoca Fenâyi, tüm dünyayı dolaşıp oğlunun sevgilisini bulmağa karar verir. Yedi yıl boyunca şehirden şehire dolaşır durur. Bir gün Halep'e gelir. Burada, kendisi de derin üzüntü içinde olan Halep Hükümdarı Paşa tarafından misafir edilir. Birbirlerine üzüntülerinin sebebini anlatırken iki sevgilinin babalan olduklarını fark ederler. Sevgilileri evlendirmek için hemen karar verirler ve Hoca Fenâyi gelinini yanına alarak döner, Erzurum'da düğün yapılır.
Ancak Mahzûni düğünden önce yapılan eğlencelerin son günü ölür. Bu ölüm, Süleyman'ın bu evlilik için Yüce Allah'tan izin almayı ihmal etmesinin bir sonucudur. Hoca Fenâyi, bu cezanın sebebini açıklayamadığı için, Mîna'dan bir evlat olarak o güne kadar gösterdiği en büyük itaatkarlığı anlatmasını ister. Bunun üzerine Mîna şu hikâyeyi anlatır.
Bir gün babası Mîna 'dan bir bardak su ister, kız suyu getirmeğe giderken babası uyuyakalır. Mîna, babasını uyandırıp rahatsız etmek istemez ama uyanır da su içmek isterse diye görevini yerine getirmek ister. Bu yüzden de gün ağarana kadar babasının ayak ucunda bekler. Ertesi sabah Paşa, sabahları su içme huyu olmadığı halde, elinde bir bardak suyla bekleyen kızını görünce çok şaşırır. Mîna, dün geceden beri beklediğini söyleyince babası bu kadar iyi yetişmiş olduğu için kızına şükreder.
Hoca Fenâyi, ailesini ve Mahzûni'nin nâşını yanına alarak Kudüs'e gelir. Nâşı mezara yerleştirirler, üçü de secdeye kapanarak yas içinde dua ederler.
O sırada rüzgarların taşıdığı tahtının içinde Süleyman, Kudüs'ün üzerinden uçmaktadır. Mezardan, yükselen ağlamaları ve haykırışları duyar ve nedenini sorar. Periler ona Mahzûni'nin nasıl öldüğünü anlatırlar ve bunun sorumlusunun da kendisi olduğunu söylerler. Süleyman, yeryüzüne iner, abdest alır ve dua ederek Allah'a yakarır. Duası kabul olunur ve Fenâyi ve ailesinin yanı başında bir Melek belirir. Melek, Allah'ın onlara vereceği kırk yılın kaç yılını Mahzûni'ye bağışlayacaklarını sorar. Baba on yılını, anne yirmi yılını vermeğe razı olur. Mîna "Allah için hiçbir şey imkansız değildir. Allah'a bana seksen yıl bahşetmesi için yalvarıyorum, böylece kırk yılını kocama veririm, kırk yıl da kendim için isterim" der. Bunun üzerine Melek, Mahzûni'ye bir kez üfler ve Mahzûni hapşırarak tekrar hayata döner.
Aile Erzurum'a döner ve genç aşıklar için yeni bir düğün yapılır.
Metnin bölümleri, anlatı içindeki işlevlerine göre gruplandırıldığında yapı şu şekilde ortaya çıkar:
I - Anlatının ana hatları şu bölümlerden oluşur: 1 - Süleyman ile Belkıs arasındaki aşk macerası 2 - Mîna ile Mahzûni arasındaki aşk macerası 3 - Mahzûni'nin ölmesi ve yeniden dirilmesi II - Anlatının içine yerleştirilmiş kısım: 1 - Sadakatsiz kadının hikâyesi 2 - Sadık kadının hikâyesi III - Anlatıda yer alan diğer yan öğeler: 1 - İbibiğin kafasındaki tüylerin nasıl ortaya çıktığını anlatan efsane 2 - Evlat olarak gösterilen itaat - Mîna'nın hayatından bir olay.
Anlatı mantık sırasıyla birbirine bağlı çeşitli bölümlere göre incelendiğinde belirlenenler şunlardır:
A - Anlatının taslağı: Posoflu Müdâmi'nin versiyonuyla "Mahzûni'nin hikâyesi"in tamamı (Yukarıda yer alan I: 1, 2, 3'ü kapsayacak şekilde). A1 - Süleyman ile Belkıs'm macerası. a11 - İbibiğin kafasındaki tüyden püskülün oluşumu b - Baykuşun anlattığı hikâye c - Serçenin anlattığı hikâye c1 - Serçenin hikâyesine giriş-Serçenin kaçırılması c11 - Serçenin sahibi olan sadık eşin macerası A2 - Mîna ile Mahzûni'nin macerası a2 - Hayırlı evlat örneği-Kendi ağzından Mîna'nin hayatından bir olay A3 - Mahzûni'nin ölümü A4 - Mahzûni'nin dirilmesi
Aşağıdaki grafik, yukarıdaki taslağı göstermektedir (28).
Anlatı taslağının ilk bölümünü (A1) Kur'an tefsirlerinden alınmış bir tema oluşturmaktadır. Hikâyede yer alan kimi bölümler Kur'an'da da vardır (17. Ayet, "Karıncalar"). Burada, Süleyman'a kuşların dilinin öğretildiği söylenmektedir. Bir gün cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan ordusunu huzurunda toplamış gözden geçirirken, kuşlara "Neden ibibik'i göremiyorum?" diye sorar. Aslında ibibik uzun zamandır yoktur; ancak dönünce Şiba Kraliçesi (bizim anlattığımızda Belkıs) ve güneşe tapan halkından bahseder Süleyman'a. Süleyman, Şiba Kraliçesi'ne ibibik aracılığıyla kendisini ve halkını doğru yola davet eden bir mektup gönderir. Buna karşılık olarak Kraliçe, Süleyman'a hediyeler gönderir. Süleyman, cinlerine Kraliçe'nin tahtını getirmelerini emreder, sonra da Kraliçe'yi kendi sarayına davet eder. Önünde su olduğunu düşünen Kraliçe eteklerini kaldırır, böylece bilekleri görünür.
Aynı macera, Kur'an'daki halinden daha detaylı ve ahenkli olarak "Tabari'nin Evrensel Hikâyesi"nin (29) Türkçe uyarlamasında anlatılmıştır. Hikâyeyi bana anlatan Müdâmi de hikâyenin Tabari'den (30) alınmış olduğunu söyledi.
Süleyman'ın tüm kuşlardan tüylerini vermelerini istediği efsanesi de sözlü gelenekte kadınların kocaları üzerinde ne kadar etkili olduklarını gösteren bir fıkraya dönüşmüştür: Süleyman, karısı için kuş tüyünden bir yatak yapmak ister. Dünyadaki bütün kuşları buna ikna eder. Yalnızca "Cimsi" adlı küçük bir kuşun eksik olduğunu görünce ulağına bu itaatsizliğin sebebini sorar. Ulak da Süleyman'ın toplantısına çağrıldığını söylediğinde Cimsi'nin "sırf karısının aşırı isteklerini yerine getirsin diye Süleyman'a verecek tüyüm yok" dediğini söyler. Bunun üzerine Süleyman "şu Çinisi denilen kuşun karısı yanında değil miydi, bu şekilde konuşurken?" (31) der.
Kısa etiolojik efsane (a1) şöyledir: Kuş (ibibik) Süleyman'ın yazılı mesajını nasıl taşıyacağını bilememektedir. Ağzında taşısa su içerken ıslatıp bozacağı için kaybetme riskine girmek zorunda kalacaktır. Ayağında taşısa, bu sefer de düşürme olasılığı vardır. Bunun üzerine Süleyman, Allah'a dua eder ve ibibiğin te pesinde bir tüy püskülü oluşur. Aslında bu, asıl anlatı A1'in bir bölümüdür. Beni incelemeye ve bunu A1'e bağlı bir yan anlatı olarak tanımlamama yol açan, anlatıcının açıklayıcı bir yorumla kuvvetlendirdiği etiolojik özelliğidir. Müdâmi, "...kuş hakkında söylenen bunlar". Ona "Fırçalı Kuş" dememizin nedeni tepesinde taşıdığı fırça şeklindeki tüylerden düşmüş bir püsküldür (32).
Mîna ve Mahzûni'nin macerası da (A2) muhtemelen Tabari'nin hikâyesinden yapılmış bir Türkçe adaptasyondan alınmış bir başka bölümdür. Yukarıda da belirttiğim gibi, Müdâmi, bunun eserin yalnızca başının kaynağı olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, Mahzûni'nin macerasının anlatıldığı bölüm -anlatının türkülerle süslenen bölümü- "kitaplarda yer almamaktadır". Tabari'nin Türkçe adaptasyonunda en azından hikâyemizin ikinci bölümü olabilecek, baştan sona çalışılmış bir anlatı buluyoruz. Aşağıda Tabari'nin Türkçe adaptasyonu yer almaktadır:
Bir sohbet sırasında Süleyman, hiçbir şeyin kaderi değiştiremeyeceğini söyler. Büyülü kuş Simurg ise tersini savunur. Süleyman, biri Batı Prensesi, diğeri Doğu Prensi olan iki gencin kaderlerinin birleşeceğini söyler, Simurg bu kaderi değiştirmek için gençlerden birini ıssız bir adaya sürer. Yine de birleşirler. Prenses bir çocuk doğurur, ancak Prenses, çocuk iki yaşma basmadan ölür (33).
Baykuş'un anlattığı kısım (b) AT 1510, Efesli Nedime'dir. Eberhard-Boratav' da yoktur. Baykuş'un, kadınların hoppa ve sadakatsiz olduklarını savunan görüşünü güçlendirmek için dahil edilmiştir. Bu hikâyeyi anlatarak, Baykuş, Süleyman'ın yanıldığını ispatlamağa ve ona itaat etmemekte haklı olduğunu göstermeğe çalışmaktadır.
Serçe de kadınların sadık ve akıllı olduklarını ispatlamak için başka hikâye (c) anlatır. Bu hikâyeyle Baykuş'u Süleyman'ın toplantısına katılmağa ikna eder.
Bu ikinci metin (c) iki bölümden oluşmaktadır: (1) Serçenin macerası (c); zengin bir tüccarın hizmetkârı tarafından yakalanıp bir kafese konur ve bir süre tüccarın evinde yaşar. Tüccarla karısının macerasını burada öğrenir. (2) Sadık eşin hikâyesi (c11); bu Eberhard-Boratav'da bile yer almamaktadır. Bu anlatı içine AT 217, Kedi ve Mum adlı anlatıya karşılık gelen kısmen de başarıyla yerleştirildiği AT 888, Sadık Eş adlı metin denk gelmektedir. AT 888'in34 pek çok Avrupa versiyonunda yabancıların tüccarın karısını baştan çıkarmaya çalıştıkları bir bölüm bulunmaktadır (AT özetinin II'si). Bu bölüm, bizim versiyonumuzda yoktur. Ne var ki bizim versiyonumuzda, Kedi ve Mum motifi III. bölümün (AT özeti) sonuna kadının kocasını kölelikten nasıl kurtardığını göstermek için konmuştur. İki tipin (AT 888 ve 217) birbirine karışması burada analiz edilen Türkçe hikâyede ve bir Romen hikâyesinde gerçekleşmektedir (35).
a11 motifi, Mîna'nin hayatından bir olaydır; bu hikâyeyi kayınpederine, genç çiftin başına gelen trajedinin sebebini anlayamadığı ve ailesinden beddua alacak bir şey yapıp yapmamış olduğunu sorduğu için anlatır.
A3 bölümünde, macera normal akışında devam eder. Ne var ki anlatıcı, Mahzûni'nin ailesinin, Mahzûni'nin nâşının mezara konduğu Kudüs kentine yaptığı yolculuk hakkında bilgi vermemektedir. Anlatının bağlamından anlaşıldığına göre baba feryatları ve duaları Allah'ın merhametini uyandırır ve yeniden dirilme mucizesi gerçekleşir. Bu Süleyman'ın yardımıyla olur.
A4 bölümü, bir meleğin aracılığıyla Allah'ın ve Mahzûni'nin arasında nasıl bir anlaşma olduğunu ve Allah'ın hangi şartlar arasında genç adamı hayata döndürdüğünü anlatmaktadır. Bu, Doğu anlatısında çok popüler olan ve hemen hemen her türde defalarca kullanılmış olan bir temanın değişik bir versiyonudur. Bunun Türk halk edebiyatındaki yeri "Doğuda Azrail" (36) konulu makalemde incelenmiştir. Oğuz Destanlarının birinde de geçen bu temayı hagiografik efsanelerle ilişkilendirme denemelerimden sonuncusu 24'üncü Oryantalistler Kongresi'nde (37) okunan makalemde yer almaktadır. Burada toplayabildiğim iki versiyonu sunmak istiyorum:
(1) Bursa civarında bulunan Belenviran kasabasında kaydedilmiş sözlü geleneğe ait bir efsanevi anlatı:
Genç bir adam evlenmeği reddetmektedir, çünkü evlenirse Azrail'in gelip ruhunu çalacağını düşünmektedir. (Anlatıda evlilikle ölüm arasında ne gibi bir bağlantının olduğu belirtilmemektedir.) Annesi, oğlunun bekar kalma kararını değiştirmek için ona "Senin yerine Azrail'e ruhumu ben veririm" der. Genç adam, annesinin samimiyetini sınamak ister. Bir gece annesinin odasına tüyleri yolunmuş canlı bir horoz saklar. Bu tuhaf yaratığın Azrail olduğunu zanneden kadın "Ben hasta değilim, hasta olan yan odada" diye bağırır. (Tabii ki oğlunun odasını kastetmektedir) (38).
(2) Aynı temanın bir başka versiyonu İran kökenli bir anlatıda bulunmaktadır:
Şükrü ve sevgilisi Sanubar ölürler. Şükrü'nün amcası Yahudi Uriah, Musa' ya onları geri göndermesi için yalvarır. Birden Musa belirir ve ona "Eğer Muhammed'i tanırsan (ve bu dine yönelirsen), Allah o iki genç insana yeniden hayat verecek" der. Gerçekten de iki genç yeniden canlanırlar. Ancak "normal hayatları" sona erdiğinden hayatlarına devam edebilmeleri için birinin kendi hayatının bir kısmını onlara vermesi gerekmektedir. Önünde daha doksan yılı olan Uriah, her birine otuzar yıl verir. Böylece genç çift yeniden normal hayatlarını yaşamağa başlarlar (39).
Mahzûni'nin hikâyesiyle ilgili yorumların sonuna gelmeden, anlatıcının hikâyenin akışı içinde dikkati çektiği bazı ilginç noktalara değinmek istiyorum.
Anlatının akışı içine yerleştirilmiş olan ve içinde Muhammed'in adının geçtiği bir türküyü söyledikten sonra Müdâmi "Süleyman'la bizim Peygamberimiz arasında 2300 yıl var. Ancak Muhammed'in ışığı evrenin yaratılışından önce yaratıldığı için ismi o dönemin doğru dinine inanan kişilerce (Müslümanlar tarafından) önceden biliniyordu" diye ekledi.
Aynı türden bir açıklama da anlatıcı tarafından veriliyor, anlatıcıya göre Süleyman, Allah'tan merhamet dilemek ve Mahzûni'nin yeniden canlanması için yalvarmak amacıyla namaz kılmaktadır. "O dönemlerde" diye araya girdi Müdâmi, "günde elli rekat kılınırdı". Kudüs'teki Beytü'l-Mukaddes'ten bahsederken, "o günlerde Mekke ve Kâbe bilinmiyormuş" dedi.
Hikâyemizde Süleyman'ın rüzgarları sürerek (cf. MT F963.1) Kudüs'ün üzerinden geçerken ağlamaları, yakarışları, yalvarmaları duyduğu söylenirken Müdâmi. "...rüzgarlar Süleyman'ın emrinde olduğu için, günümüzün radyoları gibi uzak diyarlarda konuşulanları kulaklarına taşıyorlardı" diye ekledi.
V. Elmas ile Mehmet ya da Gündeşlioğlu'nun Hikâyesi
Bu hikâyenin tek bir versiyonuna sahibiz. Buna Halk Hikâyeleri (40) adlı kitabımdayer vermiştim. Aynı zamanda hikâyenin çekirdeğinin bir halk hikâyesinden geldiğini de söylemiş, ancak analizi daha ileriye götürmemiştim. Hikâyenin bir halk hikâyesiyle bağlantılı olduğu Eberhard-Boratav'da da belirtilmektedir (41).
Metin bana 1942'de Şarkışlalı Âşık Ali İzzet Özkan tarafından kendi yazdığı bir elyazması olarak gönderilmişti. Hikâyeyi, Sivas-Şarkışla yakınlarındaki Ortaköy kasabasından Ali Kubadoğlu anlatırken duymuş. 1942 yılında sağ olan Kubadoğlu adlı bu anlatıcı o zaman 90 yaşındaymış. Kendisi çok seyahat eden bir çiftçiymiş ve hikâyeyi de muhtemelen Gündeşlioğlu'ndan 25 yıl süreyle yaşadığı Adana'da duymuş.
Metin Ali İzzet Özkan tarafından 1945'te Ankara'da yazıya geçirilmiştir. Bu nüsha elimde bulunmadığından yalnızca elimdeki elyazmasma isnat ediyorum.
Elmas ile Mehmet
Adanalı zengin bir tüccarın oğlu olan Gündeşlioğlu'nun oğlu, babasını öldüren eşkıyalarca kaçırılır. İstanbul'a getirilen Mehmet'i eşkıyalardan biri evlat edinir. Kendisini evlat edinen babası ölünce, zengin bir mal sahibi olan Veli Efendi'nin kahvesine çırak olarak girer. Mal sahibinin karısı, Mehmet'i baştan çıkarmağa çalışır, ancak Mehmet velinimeti ve patronuna ihanet etmeği reddeder.
Mehmet, Başvezir'in, rüyasında gördüğü kızı Elmas'a aşıktır. Genç kız da onu sevmektedir.
Mehmet'in ilgisizliği karşısında çılgına dönen Veli Efendi'nin karısı Mehmet'e iftira atar ve kocasına Mehmet'in kendisini baştan çıkarmağa çalıştığını söyler. Ancak Veli Efendi buna inanmaz ve delil ister. Gizlice Mehmet'i takip eder ve asıl suçlunun karısı olduğunu görür. Genç adamı sıkıştırır ve her şeyi itiraf ettirir.
Baş Vezir ölünce, Mehmet, Elmas'ı büyük kız kardeşlerinden ister. Kardeşler razı olur, Veli Efendi'nin karısının tüm engelleme çabalarına rağmen genç çift evlenir. Genç adamın tüm masraflarını Veli Efendi üstlenir. Mehmet kendi yurduna dönüp Veli Efendi'ye olan tüm borcunu ödemeden evliliğinin mükemmel olamayacağına inanır. Borcunu ödemek için birkaç yıl boyunca velinimetinin yanında çalışmağa karar verir. Karısından, annesinin yanına gidip kendisini beklemesini, böylece de sadakatini ispatlamasını ister.
Elmas büyük bir sandığın içinde Mehmet'in ülkesine gönderilir. Bu sandığın içinde hiç kimseye, kayınvalidesine bile söylemeden yedi yıl boyunca oturur.
Elmas daha sonra kayınvalidesinin evine götürülür. Bir gün yaşlı kadın evde yokken Elmas sandıktan çıkar, ancak tam o sırada yaşlı kadın içeri gider. Kayınvalide, genç kadını çok sever, birlikte daha büyük bir ev kiralayıp Mehmet'in dönmesini beklemeğe karar verirler.
Yedinci yıl, bir kadın avcısı olan ev sahibinin gözü kadının koluna takılır ve onu görmek ister. Kadın adama kötü davranır. Bunun üzerine adam, kadına iftira atan bir mektup yazarak Mehmet'e yollar.
Mehmet, tebdil-i kıyafet ederek ülkesine döner. Bir çoban olur ve geceleri önemli ailelerin evlerinde saz çalmağa başlar. İftiracı, çobanın Mehmet olduğunu tahmin eder ve öyle davranır ki çoban, karısının sadakatsiz olduğuna ikna olur. Mehmet, annesine gider, annesi onu tanımaz. Ancak karısı onu sesinden tanır ve evden çıkar. Mehmet onu evden kovar.
Kadın, yaralarını saran iftiracı tarafından misafir edilir. Zengin bir hamam sahibi de Elmas'a aşık olur ve onunla evlenmek ister. Kadının kaçmaktan başka çaresi kalmamıştır. Hamamın sahibi Elmas'ın peşine düşer.
Mehmet, diğerlerinin ısrarı ve annesinin şahitliğiyle yaptığı haksızlığın farkına varır, karısının suçsuz olduğuna inanır ve Elmas'ı aramak için kasabadan ayrılır.
Genç kadın bir kasabada kendisiyle evlenmek isteyen bir çobanın evine sığınmıştır. Kadın bir oyun yaparak kaçar, çoban da onu bulmak için peşine düşer.
Kadın, Kırk Haramiler'le karşılaşır. Onları, cesaretlerini ispat etmeleri için silahsız olarak baskına gitmeğe ikna eder. Kırk Haramiler'in kırk karısıyla birlikte erkek kılığında kaçar. Haramiler de onları bulmak için karılarının peşine düşerler.
Elmas sonunda İran'a gelir ve ülkenin bir bölümünün hükümdarı olan Yakub Han'a gider. Kendisini asi Osmanlı Prensesi olarak tanıtır, Han'ın veziri olur.
Kendi portresini yaptırıp yedi yolun kesiştiği yerdeki çeşmenin alınlığına astırır. Portreyi fark edip yorumda bulunan herkesin kendisine getirilmesini emreder.
Mehmet, Elmas'ı ararken bir gün yolda dişi bir tavşanla karşılaşır. Ona neden bu kadar üzgün ve ağlamaklı olduğunu sorar. Tavşan, yavrusunun avcılar tarafından yakalandığını söyler. Mehmet avcıları bulmağa gider ve yavruyu geri vermeleri için yalvarır. Yavruyu çok yüksek bir fiyata avcılardan alıp annesine verir.
Başka bir gün de göçebe bir kabilenin konakladığı yerde kabile liderinin kızıyla karşılaşır. Kızı öven türküler söylemeğe başlar ancak Bey buna sinirlenir ve Mehmet'i hapse attırır. Genç kız, Mehmet'i hapisten kurtarır.
Mehmet sonunda yedi yolun kesiştiği yerdeki çeşmeye varır. Karısının portresini görür ve ağlamaya başlar. Bunun üzerine Mehmet'i alıp Vezir'in (Elmas'ın) evine götürürler. Elmas, kocasının kendisini tanımasına izin vermez ama evinde kalacak yer verir.
Birbiri ardına, önce Elmas'ın iki aşığı (hamamın sahibi ve çoban) ve sonra Kırk Haramiler çeşmeye gelirler. Hepsi de aradıkları kadının portresini görünce bir şekilde tepki gösterirler. Hepsi de tutuklanıp hapse atılırlar.
Sonunda Konsey toplanır. Tutuklularla "Vezir'in misafiri" Mehmet hakimin huzuruna çıkarılırlar. Bütün sanıklar teker teker hikâyelerini anlatırlar. "Vezir" yani Elmas, kimliğini belli etmeden kararın ne olduğunu sorar. Hakim, kararını açıklar: iftiracı hamam sahibinin ölümüne, Çobanın on yıl hapsine; Kırk Haramilerin beraatına ve bunca acı çekmelerine sebep olan kızın kırk kez kırbaçlanmasına ve masum karısına yöneltilen iftiralara çabucak inandığı için kadının ko casının on yıl hapsine karar verilmiştir.
Bunun üzerine Elmas kimliğini açıklar. Duygularında samimi olduklarına inansa da bir karşılık göstermediği hamam sahibini ve Çobanı affeder; kocasını da bağışlar. Haramilerin kaybını telafi etmek için de her birini çeşitli ülkelerde önemli görevlere atar.
Gündeşlioğlu'nun hikâyesi aşağıdaki bölümlere göre incelenebilir:
I - Mehmet'in doğumu, kaçırılması ve evlat edinilmesi. İstanbul'da haydutun evinde geçen gençliği.
II - Veli Efendi tarafından evlat edinilmesi ve onun yanındaki çıraklığı.
a - Veli Efendi'nin karısının yanlış aşkı ve Mehmet'i baştan çıkarmağa çalışması. Kadının itirafları.
b - Mehmet ile Elmas'ın aşkları. Evlenmeleri.
III - Genç kadının ayrılışı ve Mehmet'in ülkesinde kalışı. Hamamın sahibinin iftiraları. Elmas'ın kaçışı ve birçok kişinin peşine düşmesi. Peşindekilerin gelişi ve karar.
İlk bölüm, bu anlatıya uygun düşen çok gerçekçi bir başlangıçtır. Olaylar çok net olarak yerleştirilmiştir. Kahramanın, Adana bölgesinden bir şairle (ya da on dokuzuncu yüzyılda halk şairleri tarafından söylenen türkülerde adı geçen büyük bir kabile lideriyle) aynı adı taşıyan bir aileye mensup olduğu düşünülmektedir (42).
İkinci bölüm, birbirini takip etmeyen fakat birbiri içine giren iki motiften oluşmaktadır. İlki (b) iki gencin rüyalarında yaşlı bir adamın elinden aşk bâdesini içtiklerini görerek, birbirlerine rüyada aşık olmaları gibi bir hikâyede bulunan tüm özellikleri içermektedir. İkincisi de (a) "Potiphar'ın Karısı"ndaki (EB 221, 221-V, 226-IV, 308-III; MT K2111) meşhur motiftir; burada bu motif mal sahibinin karısının, evlat edindiği çocuğa duyduğu uygunsuz aşk, oğlanın kadının teklifini reddetmesi ve kadının çocuğu lanetlemesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Son bölüm, bir halk anlatısının "hikâye" biçimi ve biçemine uyarlanmış halidir. Kısaca bu EB 195 ve AT 881'in yeni bir versiyonudur.
Üçüncü bölümde -Mehmet'in karısını ararken bir dişi tavşanla karşılaşması olayında- efsanevi anlatım eklenmiştir. Bu eklemeyi ya Gündeşlioğlu'nun anlatısının ilk yazarı (bestecisi) -tüm anlatıyı çeşitli öyküler, gerçekçi anlatılar, vb. ile yapılandıran kişi- ya da anlatı geleneğinin anlatıcıları ya da aktarımcıları, ki bu muhtemelen ya Ali İzzet'in anlatımı öğrendiği Kubadoğlu, ya da Ali İzzet'in kendisidir. Bu anlatının ve bir de başka bir kısa bölümün (Mehmet'in kendisine sinirlenen göçmen kabilelerinin başkanı Bey tarafından hapsedilmesi) eklenmesiyle birlikte, anlatının tam ortasında bulunan anlatıcı metnin tematik planından sapmaktadır. Bu yolla, şiirsel aralarla öykününkinden çok farklı olan hikâye biçemine uygun bir ritim yaratmaktadır.
Dişi tavşan efsanesi başka bir yerde de vardır. Bizim hikâyemizdeki eklemeyle birlikte üç versiyonu bulunmaktadır. En doğru versiyonu Anadolu'da kayıtlara geçirilen versiyonudur (43). Tokat, Çorum, Kırşehir ve Yıldızeli bölgelerinden müzikal açılımlarla türküleri bir araya getiren yazar, dişi tavşan efsanesinin kaynağının kesin yerini söylememektedir. Şiirin, bu versiyonunda 29 mısra vardır. (Bizimkinde ise yalnız 21 mısra vardır).
Burada incelenen Gündeşlioğlu'nun anlatısına yerleştirilmiş metin de basılmıştır (44 ). Düzeltmesi yapılmayan üçüncü versiyon Sivas kökenli yorumcu Mustafa Kılıç'ın ağzından 09 Kasım 1951'de Haruniye'de teyp bandına çekilmiştir. Eberhard,bu bölümün bir özetini vermiştir (45).
Bu efsanenin manzum metinleri; bölgenin Türkler tarafından zaptından itibaren Anadolu'nun bazı bölgelerinde yaşayan ve kabul edilmiş dini esaslara uymayan Türk nüfusu arasında politik ve dini düşünceleri yaymak için klasik tarzda halk şarkıları söyleyen Safevi Hükümdarı Hatâyi'ye atfolunmaktadır. Hatâyi, Osmanlı İmparatorluğu'nun "Alevi-Kızılbaş" kesiminde öyle büyük popülerlik kazanmıştır ki, pek çok anonim manzum eser de kendisine atfedilmektedir.
Folk özellikler taşıyan, ağızdan ağıza söylenegelen manzum eserlerin tü münü bu büyük yaratıcıya atfetmek hemen hemen imkansızdır. Şu da ilginçtir ki, elimizde bulunan