Folklor'un bir bilim dalı sıfat ve haysiyetiyle ele alınması, bu alanda Türkiye folklorunu araştırma ve yayımlama amaciyle 1 Kasım 1927 tarihinde kurulmuş olan Türk Halkbilgisi Derneği'nin faaliyetlerinden önce memleketimizde Folklorun kendisine ve çeşitli bölümleri üzerine bir takım yazılar-makaleler yazılıp, yayımlanmıştır. Yapılan bu dağınık yayımlara dâir "Cumhuriyet'le Birlikte Türkiye'de Folklor ve Etnografya Çalışmaları - 1973, Kültür Müsteşarlığı 50. yıl yayınlarından; sa. 19-21" аdlı kitabımızda bazı bilgiler verdik. İşte bunlar arasında Fuat Köprülü, Filozof Riza Tevfik, Ziya Gökalp ve Râife Hakkı gibi bilginler tarafından doğrudan doğruya Folklor'un "târifi mevzuu-tarihçesi" üzerine yazılıp türlü gazete ve dergilerde yayımlanmış (1913-1927) olan önemli makaleler de vardır. İşte biz, bu zat'lar tarafından yazılan ve Folkloru bir bilim dalı olarak anlatan makaleleri "Türk Folklor Araştırmaları" dergisinde yayımlıyacağız.
Eski harflerle yazılmış olan bu makaleleri yeni Türk harfleriyle yayımlarken, bunların o devre göre bir özellik taşıyan üslüplarını, mümkün olduğu kadar, sâdelestirdik; bir takım yabancı (arapça, farsça) sözleri, terkipleri de bugünün Türkçesiyle ifadeye çalıştık. Şu kadar var ki, makaleleri, bütünü ile ve bugünün sözlerile yazı üslübuna sokmağı pek ileri bir davranış saydık. Makalelerde sâdece [] kösell parantez içindeki sözler, bir açıklama mahlyetinde tarafımızdan eklenmiştir.
İlk olarak Filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı) nın "Peyam" gazetesi edebi ilavesinin 20 Subat 1329 (1913) tarih ve 20 sayılı nüshasında çıkan "Folklor" baslıklı -uzunca- makalesini yayımlıyoruz.
[M. Şakir ÜLKÜTAŞIR]
Avrupa'da pek meşhur olan bu önemli deyimin bizde muayyen bir karşılığı yok tur (1). Kelime kökü itibariyle (saxon) dır. (Folk) halk, avâm demektir, (lehre ve lor) hikmet, kanun ve töre, yâni görenek anlamına gelir. Binaenaleyh, söz olarak tercüme edilirse (hikmet-i avâm [halk felsefesi] tamamiyle Folklor karşılığı olmuştur. Fakat, bizde zaten mevcut olan bu tamlamadan bizler bir mânâ anlarız ki, (Folklor) un bugünkü anlamı aynen o değildir. Bizde durub-ı emsâl [Atasözleri] kabîlinden olan sözlere toplumu itibariyle (Hikmet-i avâm) denir ve filhakiyka bir ulusta halk ekseriyetinin gerçek inanışlarını -kısa bir düstur şeklinde- atasözlerinde görebiliriz.
Avrupa'da (Folklor) deyince başka şey anlaşılır, Atasözleri dahi dâhil olmak üzere halk şarkıları [türküleri], destanlar, bilmeceler, hattå hikâyeler hep birden hatıra gelir, O deyim bütün halk edebiyatının bilcümle âsar-ı tecelliyatını kapsar. Yalnız bir önemli nokta var.
O tarzda söylenmiş olan sözlerin ve şiirlerin söyleyenleri tamamen meçhul [bilinmez; anonim] olmalıdır ki, tamamen o ulusun, o kavmin kendi sünûhat eseri, kendi düşünce ve vicdanlarının tercümanı gibi telâkki edilebilsin! Bundan ötürü, örneğin benim [Riza Tevfik], ya da bir başka yazaın imzasiyle -ve yine o tarzda, o edâ ile, o dil üzere- bir şiir, ya bir türkü, ya da bir destan veyahut bir hikmet bilgelik düstûru görülürse bu sözler (Folklor) dan sayılmaz.
Söyleyenin, adı unutulmuş -gitmiş olan şiirler [türküler] ve sözler de bazı efrad [bireyler] tarafından söylenmiş değil midir? Bütün bir ulus, hakiykaten bir tek adam gibi, tek parça bir vücût hüvviyet-i şahsiyyesiyle bir (vicdan) değildir ki bir kafası, bir ağzı olsun da o sözleri söyleye bilmiş bulunsun! Elbet ulusal sayılan düşünceler ve sözler o ulus efradından bazılarının -ihtimal ki ileri gelenlerinin- sözleri ve düşünceleridir.
Evet, öyledir! Fakat o sözler, o ulusun düşüncelerine, duygularına, emellerine [umularına], inançlarına gerçekten tercüman olmak haysiyetiyle büyük bir önem taşırlar ve çok yaşarlar. Ulusun ekseriyet efradı da onların hükmüne uyarak yaşar. Onun için ulusun, tekmil toplumun kendi sözü, kendi düşüncesi, kendi istekleri olmak üzere telâkki olunurlar.
Gerçekten de böyledir. Zira, bir darbı mesel [Atasözü] düstûrunu bulup söyleyen bir adam -her kim ise- mensup olduğu ulusun ahlåki inanlarından [akidelerinden] birini keşfetmiş, âdetâ yakalamış ve ona bir ifåde kisvesi giydirerek kapıp koyuvermiştir, O ulusun efradı, günlük geçinmesinde o düsturun isabet-i hükmünü bizzat ve bilfiil araştırır durursa, o düstûru yaşatır, öğüt verme suretiyle evlâdına telkin eder. Yavaş yavaş söyleyenin adı unutulur, çünkü adı lâzım değildir. Sözün kendisi önemlidir ve kesin bilgilerden bir payı [nasîbi] olmıyan halka, avâma [kara budun] hayatında yol gösterecek bir iş davranış düstüru olduğu için önemlidir. Böyle bir söz bir adamdan ötekine geçerken hem "teeyyüt ve tahakküm" eder; hem de ün ve sözgeçiricilik dâiresini arttıragider, Herkesin ve hiç olmazsa çoğunluğun- tasvibine erişmiş olan bir düşünce, hakiykaten herkesin de düşüncesidir, Kaili [söyleyeni] kim olursa olsun!..
İşte bu (sanction democratique) yâni onama, ulusal bir sözü, bir (atasözü) yapar ve kamunun hafızasına kaydederek yaşatır. Bir söz bu derece tahakküm edince söyleyeninin adını unutmamak ya da onu tâyin ve tahsisde şaşırmamak halk için mümkün değildir. Zâten -arzettiğim gibi- adın değil, bizzat sözün önemi "cây-i nazar" olduğu için ad (isim) unutulur gider. Fakat söz, zihinlerde mıhlanmış kalır. Yoksa onu söyleyen elbet bir kişidir. Elbet o sözü bir ötekine, ya da evlâdına öğüt yerinde önce nakleden (görgülü, tecrübeli bir ihtiyar), henüz unutmadığı söyleyenini [kailini] minnetle anarak: (Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, Hacı falan Ağa şöyle derdi, böyle derdi!) demiş olacaktır.
İşte (Hikmet-i avâmdan [halk felsefesinden] saydığımız Atasözleri, böyle doğmuş, yerleşmiş, pekişmiştir. Bu atasözlerinin tahkiykini kendine iş güç eden araştırıcılar Avrupa'da (2) nâdir değildir. Bu merak erbabı [yazar bu sözle daha çok araştırmacıyı kastetmektedir], filologların bir kısmını, özel bir sınıfı teşkil ederler. Yâni, bu bir meslektir. Hem de bir ulusun mizacını, ahlâkını, "nusûs-ı a'mâlini" gerçekten öğrenebilmek için -filolojinin bu bölümü- en emin bir vasıtadır. Tarih gibi ekseriya övücü, bazan yerici, çok defa gafil, ya da yabancı, nâdiren pervâsız, "hakgü ve mert" bir şâhid-i nâkil [anlatan bir tanık] değildir. Bir sözün işaret-i edâsı ve delâlet ettiği anlam ile bir adamın yüreğinin derinliklerine "infaz-ı nazar" edebilen ve en gizli niyetleri keşfeyleyen mizacı açık seçik gören zeki müstantiklere [Sorgu Hakimi] ve psikologlara benzer. Ayni şemayili seciyyeye [karakter benzerliklerine] müteallik iki Atasözünü karşılaştırarak ayni ulusun ahlâkında ve binaenaleyh mizacında hâsıl olan değişmeleri görür ve görmek te meslek erbabı [araştırmacı] için güç değildir. Örneğin: çok bilinen "Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı deyivermeli!" Atasözünün meydana koyduğu ahlâki karakter ile:
"Geçme nâmert köprüsünden ko aparsın su seni!"
"Yatma tiki gölgesinde ko yesin arslan seni!"
Sözlerinin tercüman olduğu merdâne [yiğitçe] ve şovaleresk duygular elbette bir değildir. Tabiatiyle aynı mizaç ve aynı inancın dili [ifâdesi] de olamaz, Kezâlik:
"Sakla samanı gelir zamanı". ve:
"Akakça karagün içindir"
diyen dûrbin (uzağı gören), dûrendiş (ile riyi düşünen) ve tutumlu Türklerin:
"Yiğitik vurmakla, beylik vermekle!"
sözlerini söylemiş olmaları düşünülemez.
Sililik (iffet) bahsinde kabahatin cinse göre sayıldığını isbat eden şu atasözüne bakınız:
"Erkeğin eli kınası, kadının yüzü karası"
Bundan läyıkiyle anlarsınız ki -vukuu, erkekle kadının iş ortaklığı ile ancak mümkün olabilen- bir rezîlet de [yüz süzlük, alçaklık ta] "efkâr-ı umûmiyye" zavallı kadına yüzkarası sürdüğü halde erkeklere bu alçaklıktan bir gurur ve muahat payı ve bir mükâfat, sürür nişânesi veriliyor, "Erkeğin elinin kınasıdır, o türlü kabahatler!" diyor. Demek ki bu atasözü, faziletleri ve reziletleri değerlendirme ve amâl-i beşeriyyeyi [insanın yaptığı işleri] tayin ve tefsir hususunda henüz hak ve adâlet noktasını bulamamıştır; ahlâki inanışlar itibariyle ilkel bir derekeyi [basamağı] aşamayan bedevî kavimlerin tercüman-1 efkârıdır [düşüncelerini yansıtır].
"Eğrikapı'nın eğrisi, mahallenin doğru su!" (3) düstur-ı hikmetiyle amel etmek gerekirse, insan kendi evinde, kendi mahallesinde, hattâ -geniş anlamı ile- kendi memleketinde doğru davrandıktan sonra dışarıda, yabancı mahallelerde ve memleketlerde ne kadar iğri giderse gitsin, bu aykırı gidişi ahlâksızlıktan, alçaklıktan saymamak lâzım gelecek!
Bu tasavvur ispatlyor ki ef'alde değer ölçüsü ayırıcı bir sözün kailince [söyleyenince] - henüz hakiyki iffet- değil, onun nidâyi ilhamı olan emr-i vicdanî (obligation morale) değil, mahalle halkının hemşehrilerin başa kakmasıdır, kınamasıdır. Bir fiilin [işin, edimin] haddi zâtinde hayır [iyilik] olmak üzere övülmüş; şer olmak itibariyle yerilmiş olmasına nazar [bakma] yoktur, Mahalle halkı onu ayıplarsa, o fiile o mahallede tasaddi etmemeli [işe girişmemeli]; fakat başka mahallede yapılmasında beis [sakinca] yoktur, demek çıkar, O takdirde dahi henüz güçlü bir ahlâki akiyde "teayyün ve teessüs" etmemiştir. İşlerin ve davranışların ayırıcı (mi'yar) henüz mahalle halkının fikir ve zannıdır demek olur.
İşte bu örnekler Filolojinin "ahlâk ve efkâr-ı kavmiyye" hakkındaki istidlâl [çıkarım] tarzlarını bir cihetten gösterebilir.
Fakat bu gibi mûciz cümleler [vecizeler] ve atasözleri aynı cinsten ve ayrı değerde sözler değildir, Fazla olarak bunlar kesinleşmiş kanunlardan önce ulusun "meşime-i maneviyetinde" peydâ olmuş bulunan düstur-ül-amel (maxime) lerden ibarettir. Sırf izafi bir değeri haizdirler. Zira birbirini hükmen bozan bu düsturların pek çoğu, aynı zamanda aynı ulusta câri olabilir, Nasıl ki yukarıda verdiğim bir iki örnek bunu ispat edebilir.
Sonra, kesin olarak hepsinin "düstur-ül-amel [tutum ilkesi] gibi sayılması doğru değildir, lâzım [gerek] ve mültezem [gerekli görülen] değildir, Bazıları dahi cemaat-i insaniyede açık veya bilinen bir şahsiyet-i ahlâkiyyenin, bir emûzecin (tipin) timsali bir tasviri olmak üzere söylenmiştir, Deminki misâlimizde olduğu gibi mahallesinde nâmuslu davranan ve başka yerlerde hiçbir türlü âdilik ve alçaklıktan çekinmiyen bir riyakâr ahlâksızın mânevi çehresini iki çizgi ile göstermek için: "Eğrikapı"nın iğrisi, mahallenin doğrusu!" tümcesini bulabilmek, hakiykat bir başarıdır, hem psikolojik, hem de edebi bir görüş bakımından büyük bir fitnat [zekâ] eseridir ve ancak bu anlamda alınmalıdır.
Kezalik: "it ite, it de kuyruğuna [buyurur]"
Atasözü, halk işlerinin böyle bir aşama silsilesine tab'an vukubulması gerektiğini tasvip [uygun bulma] ve tasdik (onama) için değil, bu veçhile [yönden] vukubulmakta olan bir muameleyi [davranmayı] yerme-kötüleme içindir. Nitekim, atasözünü kullanma sırasında "mevrid-i tatbiki" dahi öyle olduğunu gösterir. (Devamı var)
(1) Makalenin bundan 61 yıl önce (1913) yazılmış olduğu unutulmamalıdır. Sonradan (1928), Folklor karşılığı olarak Halkiyyat, Halkbilgisi, Halkbilim, Budunbilim gibl Türkçe terimler bulunup ortaya konulmustur. Bu hususta etraflı bilgiler almak için bizim yukarıda, Önsöz'ümsü yazıda adı geçen kitabımızın 18-27 nci sayfalarına bakınız.
(2) Bizde de, eskileri bir yana bırakırsak, son devirde bilhassa Ömer Asım Aksoy gibi araştırmacılar vardır.
(3) Eğrikapı, İstanbul'da surların yanında bir semtin de adıdır.